Unutmazsak büyürüz ve daha çok acıyı kucaklayabiliriz.
O yüzdendir en büyük acıların çocukluktan kaynaklanması.
Daha çabuk büyüyelim diye.
17 Aralık 2012 Pazartesi
13 Aralık 2012 Perşembe
Samimiyet
Samimiyetin en güzeli ;
-Kurban olduğum çayın çorban yok mu ?
Ben en sevdiğim beşer dediğim can abimden böyle görmüşken, “canım
seni çok seviyorum” mesajlarının içinde ki anlamsızlığı sorgulamaktan kendimi
alıkoyamıyorum.
Psikoloji okuduğumu öğrenen akrabaların, yakın çevremin
veyahut yeni tanıştığım insanların verdiği tepkiler hemen hemen aynı.
-Ooo sana bizim aileden bol bol iş çıkar. Biz de deli çok.
-Anne ben deli doktoru muyum?
Etrafımızda ki insanların akıl sağlıklarının yerinde
olmamasından prim yaptığı bir yüzyıldan gönderiyorum bu yazımı size.
-Ayy ben çok mükemmeliyetçiyimdir tatlım sen beni bilmezsin.
Kendilerini davranışlarıyla değil de sıfatlarıyla
tanıtma arzusunda olanlardan oldum olası rahatsız olmuşumdur.
Zamanın en kıymetli şey olduğunu düşündüklerinden olsa gerek
bu söylemler. Ben de öyle düşünürdüm bundan çok kısa zaman önce.
Yine günlerden bir gün varoluş çatışması içerisinde
kaybolurken abimle dertleştim her zaman ki gibi.
Bana dünyada ki en gereksiz şey nedir diye sordu.
-Para mı dedim.
Hayır dedi para değil. Biraz daha düşün.
Bir türlü cevap bulamadım kendimce felsefe yaparak bir dünya
şey saydım.
-Aşk, okul, merhamet, var oluş, kıskançlık, göz yaşı, hüzün
mü
-Abi ne ?
-….
Zaman dedi bana.
Her zaman haklı olduğundan emin olduğum abim bu sefer bana
biraz saçmalamış gibi geldi.
-Nasıl yani?!??
Dedi ki ; zaman en kıymetsiz şeydir kızım. Bir ateisti
düşün, ömrünü yıllarca boş yere harcamış biri. Sadece anlıktır kurtuluşu.
Bundan öncesi hiç olmamış gibidir.
-Mantıklıydı.
Ya da görevlerini yerine getirmeye çalışan insanlar. Onlar
da tek bir anda küfre düşüp bunca yıllık çabalarını küçücük zaman dilimlerin de
heba edebilirler.
Konuşmamızı Sezai
Karakoç’un bir şiiriyle taçlandırdık.
Gözlerim yaşlı dolaşırken, her şey boş gelmeye başladığı, (affetsin)
küfre yaklaştığım, merhametinden ümit kestiğim günlerden biri.
-Sevmiyor beni abi ? Hissetmiyorum. Layık olamıyorum.
Şeytanın mutlu olacağı şeyleri düşünmekten kendimi alamıyorum.
Diye başladım sözlerime.
Bir sigara yaktık, sonra bir tane sonra bir tane daha. Bir
paketin ikimize az geldiği saatlerden biriydi.
-Sevdiğini, layık olduğunu düşünsen ne kadar rahat ve mutlu
olurdun değil mi dedi?
Evet o zaman içimde ki huzursuzluk gidecek ve her zaman
yaptığım şeyleri yapmaya devam edecektim. Sonra bir nefes daha aldık.
-Neden peki emirleri yerine getirmiyorsun kusursuzca?
Elimden geldiğince yapmaya çalışıyorum dedim. Ama işte
yaşıyoruz bir şekilde, vaktim olmuyor.
-Baktı, güldü, bir nefes daha çekti içine.
Anlamıştım o anda kendimi de kandırabilirdim.
Sadece kendimi belki
de.
Konuşmanın devamını yazmayacağım tabii ki. Ama evet işe
yaradı.
Bu özeli sizinle paylaşmamın sebebi;
-Benim niyetim iyi. O beni bilir. Sözlerinin sahtekarlığına
kaptırmayalım kendimizi. Kaptırmayalım ki uğruna canımızı versek az dediğimiz
için elimizden gelenin hep en iyisini yapmaya çaba gösterelim.
Ben yapabiliyor muyum ki ?
-Kesinlikle hayır. Ama belki etrafımda ki insanlarda bu
hassasiyette olmaya çabalarlarsa, hep birlikte daha güzel devam ederiz yolumuza.
30 Kasım 2012 Cuma
30 Kasım 2012
Zaman zaman içimden çıkan arabesk kızla her şeyi toz pembe
gören kız nasıl içeride kavgasız gürültüsüz yaşıyorlar anlamıyorum.
-Evet doktor içimde
birden çok kişi olduğumu söyledim yanlış anlamadınız.
Bu sabah biraz gerçekçi biraz naif bir hal içindeydim.
Sınavlarımın bitmiş olmasının verdiği rahatlıkla istediğim saatte kalkıp, abim
ve abimlerle kahvaltı yapıp (abimin arkadaşları biraz fazladır bir tanesiyle
zor uğraşırken bir sürü abiyi nasıl idare ettiğimi lütfen bir saniye hayal
edin) temizliğe koyuldum. Alelacele yapmak istediğim temizlikten sonra 2
haftadır hayalini kurduğum kitaplarımdan bir tanesini seçtim. Kapağı ve ismi en
güzel olan kitap:
-Kediler Güzel Uyanır
-İçimdeki Pollyanna bazen çok aptal!
Ben kitabımı okumaya koyulunca dünyanın en güzel kedisi
uyumak için kucağıma geldi.
Buraya nereden geldim bilmiyorum. Ben kendimde yakaladığım
bir şeyden bahsetmek istemiştim. Bölümüm gereği sürekli bize dinlemenin ne
kadar önemli olduğunu söylüyor hocalarımız. Bazen geveze olsam da dinleme
konusunda iddialı olduğumu düşünürdüm hep. Bunu dillendirmezdim belki. Çünkü
bize iyi olduğun şeyleri etrafa, başkalarına söylemenin ayıp olduğu öğretildi.
Mütevazi olmanın ne kadar önemli olduğu anlatıldı hep. Benim çevremdeki
insanlara bunun önemi çok da fazla vurgulanmamış sanırım.
Neyse dağıtmayalım dinleme diyordum. İyi ki söylememişim
kimseye ne kadar iyi bir dinleyici olduğumu. Çünkü dinlemede en önemli
kurallardan biridir; karşıdakinin anlattığı şeyler kendi sorunlarını
çağrıştırıyorsa hemen dikkatini danışana odaklamaya çalış aklındaki şeylerden
uzaklaş yoksa sen iyi bir dinleyici değilsindir.
Ve diğer en önemli kural ise şudur;
-Bir psikolog kendi sorunlarını, sıkıntılarını çözmeden
psikolog olamaz.
Ama sizce de çok saçma değil mi insanların sorunsuz,
sıkıntısız olması. Bütün çocukluk özlemlerinden kurtulmuş olması. Bu psikoloji
bilimi bizden Peygamber yapmak istiyor sanırım. Kendi dinlerini kurmuş gibi davranıyorlar
çoğu zaman çünkü.
-Kaç tane psikolog gördüyseniz içinde bir tane akıllısı
yoktu biliyorum biliyorum bunu her fırsatta söylüyorsunuz zaten.
(Ben de nezaket gösterip size sadece gülümsüyorum.)
Neyse kitap demiştim. Ben sanırım dinleme konusunda o kadar
iyi değilim diyordum. Konuyu toparlayamamalarım bir terapi odasında olsaydım
eğer bir sürü ipucu verirdi terapistime. İyi ki siz o işten çok da fazla
anlamıyorsunuz.
Yazarı da dinlemiyorum ben yeterince. Zaten kalemi de çok güçlü değilmiş. Burnum
havada olduğundan değil de çok daha iyilerini okuduğumdan söyleyebilirim bunu.
Ama beni geçmişe sürükleyecek kadar hitabeti olsa gerek.
-Sobalı evlerin kömürlüğünde geçen çocukluğumda başlayıp..
diye cümleye başlamış. Devamında gereksiz bir aşk acısından bahsediyordu o
yüzden hatırlamıyorum.
-Aşka inanmadığımı söylemiş miydim doktor?
-Bence aşk diye bir şey yeryüzünde yok. Var dedikleri şey
sadece sevgi. Bütün aşık insanlar ya kendilerine aşıklar ya da Allah’a. Onlar
sadece yaşadıkları hali seviyorlar, kiminle veya kime olduğu çok da önemli
değil. Ötesi laf-ü güzaf.
Yazarın söylediği şey beni çocukluğuma götürdü evet. Kapadım
kitabı, yazı yazmaya başladım. Sonuçta yazar benim danışanım değil, onun
söylemek istediği şeyleri ben isteyince dinleyebilirim.
-Kedileri sever misiniz sizde doktor?
Ben çok severim. Gözümü açar açmaz Bıdık’ı görürüm her gün
bu muhteşem bir şey.
-Freud bence çok kötü bir adam. Freud olsaydı benim kedime
olan düşkünlüğümü allayıp pullayıp asrın en önemli sorunu haline getirirdi.
İnsanları da severim.
Ama Müslüman olmayan birinin söylemi kafamı karıştırırsa
söylediklerini çok da ciddiye almam.
* (Ama; dünyanın en piç kelimesi. İyi bir şey söyleyip ama
demek diğer tüm cümlelerin gereksizliğinin bildirimi olsa gerek)
Freud u sadece puro
içerken seviyorum.
-Puro bütün erkeklere yakışır bence.
(Kesin oral dönemde takılmam olduğunu düşünecek.)
Yazmaktan sıkıldım. Yazarın uyandırdığı hisleri de unuttum
zaten. Ama şunu söyleyebilirim ki; eğer çocukluğunuzda küf kokan kömürlüğe
korka korka girmediyseniz. Sizinle konuşacak çok bir şeyimiz yok demektir.
İyi günleriniz olsun.
Ecem YILMAZ
16 Kasım 2012 Cuma
İsmet Özel Güzel Adam
Her sabah gibi bir sabah doğuyor gökyüzüne
Bir İsmet Özel yankılanıyor kulaklarımda
İşte diyorum, işte aradığım ses!
Kelimelerin kifayetsizliğini taşlayalım şeytan yerine
Hadi bir taş da siz atın öldürdüğüm günlerim
Uykuya gömdüğüm gecelerime inat
Secdeye gömülmeyen başımı vurun her Sübhane rabbiyel a'la diyen canda.
Bir İsmet Özel yankılanıyor kulaklarımda
İşte diyorum, işte aradığım ses!
Kelimelerin kifayetsizliğini taşlayalım şeytan yerine
Hadi bir taş da siz atın öldürdüğüm günlerim
Uykuya gömdüğüm gecelerime inat
Secdeye gömülmeyen başımı vurun her Sübhane rabbiyel a'la diyen canda.
-Vakti varsa aşkın onu beklemeliydi.
Bekleyelim , sebat edelim
Şair gibi öldürmeyecek miydin beni de “gençtim”ken
Senin her öldürmediğin gün senin için ölemeyen bir can bıraktın bu ahir zamanda
-Bir gençlik ölümü saklı kaldı bende
Duvarlarında dinlediğim Kur-an sesine akıttım buluşmamızın ardından kalan gözyaşlarımı
Yasak pencereden bakmalara inat.
“Onların dünyası çok çirkin be üstad” dedim haince ötekileştirerek.
-Hata yapmak fırsatını Adem'e veren sendin. Bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana.
Bilemedim daha ne kadar düşecekti.
-Gençtim ya ne fark eder der geçerdim.
-Bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.
- Oysa bu sürgün yeri,bu pıtraklı diyar
-Ne kadar korkulu yankı bula gelmiş gizlerimizde
-Hani yok burda yanlışı yoklayacak hiç aralık
Demişse demiş şair
- Banane!
Diyemedim.
Gençtim işte.
Bekleyelim , sebat edelim
Şair gibi öldürmeyecek miydin beni de “gençtim”ken
Senin her öldürmediğin gün senin için ölemeyen bir can bıraktın bu ahir zamanda
-Bir gençlik ölümü saklı kaldı bende
Duvarlarında dinlediğim Kur-an sesine akıttım buluşmamızın ardından kalan gözyaşlarımı
Yasak pencereden bakmalara inat.
“Onların dünyası çok çirkin be üstad” dedim haince ötekileştirerek.
-Hata yapmak fırsatını Adem'e veren sendin. Bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana.
Bilemedim daha ne kadar düşecekti.
-Gençtim ya ne fark eder der geçerdim.
-Bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.
- Oysa bu sürgün yeri,bu pıtraklı diyar
-Ne kadar korkulu yankı bula gelmiş gizlerimizde
-Hani yok burda yanlışı yoklayacak hiç aralık
Demişse demiş şair
- Banane!
Diyemedim.
Gençtim işte.
Ecem YILMAZ
16/11/12
16/11/12
2 Kasım 2012 Cuma
Sına-ma
Beni tanıyanlar bilirler teknoloji konusunda ne kadar
beceriksiz olduğumu. Ama bu bloglar çıktı çıkalı mertlik bozuldu bana kalırsa.
Eskiden kalem tutan güzel eller vardı. Yazının üzerinde dağılan gözyaşlarımız
vardı. Ekranın karşısına değil nefesimizin değdiği kağıda dökerdik içimizi.
Anane gibi konuşmaya başladığım zamanlarda ki bakışlarınızı
fırlattığınızı hisseder gibiyim.
-Çok geri kafalısın Ecem.
Ne yalan söyleyeyim bende zaman zaman öyle hissediyorum. Bundan bir 30 yıl önce
yaşasaydım, gerçekliğin içinde yoğrulsaydım daha güzel olabilir miydi her şey
diye düşündüm de şimdi?
Yok o zaman da böyle özgürce söyleyemezdim her şeyi, vazgeçtim.
En sevdiğim zaman zaman çeliştiğim felseme geri dönmeliyim hemen.
-Carpe diem.
Bu felsefeyi çok sevdiğim bir kitapta okumuştum bundan 4-5
yıl önce. Muhtemelen ben felsefemi söyleyince hepinizin aklına da o geldi.
-Ölü Ozanlar Derneği
Bu bende ki geri kafalılık kalıtımsal olabilir. Annem de
hala der “Ben elime alıp dokunabileceğim fotoğraf istiyorum şurada ki 100lerce
fotoğrafın hiçbir anlamı yok. Kaybolacaklarmış gibi.” diye
O kadar alışmışız ki biz elimizdekilerin yitip gitmesine,
birden bizi terketmesine.
O fotoğraflar kaybolursa anılar hiç yaşanmamış olacak
diye annemin korkusu sanırım.
Hayal kurmayı beceremememden dem vurur arkadaşlarım. Küçük
bir çocukken anneme sorduğum soru gibi.
-Anne mide ağrısı nasıl olur?
-Arkadaşım hayal kurmak nasıl olur bir
hayalini anlatsana bana mesela?
Büyüdüm, mide ağrısını çok merak etmişim demek ki Allah beni
seviyor her sıkıntımda üzüntümde o dayanılmaz ağrıyı dindiremiyorum.
-Allah’ım hayal kurmayı da çok merak ediyorum,
lütfen bu sorunumu da çözer misin?
-Ben şimdi bir hayal kurmayı deneyeyim sen sonra
onu gerçekleştir o mükemmel duyguyu gerçekten çok merak ediyorum. Nolur nolur!
Sadece sevdiğim ve sevildiğimi hissettiğim zaman şımarıklık
yaparım. Zaman zaman benim tek sahibime de yapıyorum o nazlarımı.
-
Ben şimdi dua ediyim, sen de beni çok
üzme nolur hemen kabul et olur mu?
Bazen beni öyle sınavlara tabii tutuyor ki.
-Aman. Allah düşmanıma vermesin.
Sizde yapmışsınızdır zaman zaman annenize, arkadaşınıza, sevgilinize. Sizi sevdiğini bilirsiniz de iyice emin olmak istersiniz ya. Onun gibi.
-Aman. Allah düşmanıma vermesin.
Sizde yapmışsınızdır zaman zaman annenize, arkadaşınıza, sevgilinize. Sizi sevdiğini bilirsiniz de iyice emin olmak istersiniz ya. Onun gibi.
-Ben ölsem çok üzülür müydün anne?
Bir yazı okumuştum çok önceleri. Cenaze töreninizi düşünün diyordu.
Hayat bana cenaze törenimi uzaktan izleme fırsatı vermedi henüz ama daha
küçücük bir çocukken o zamanlar herkesin korktuğu şimdi her 3 kişiden 1 inin
yakalandığı bir hastalıktan son anda paçayı kurtarmıştım. Lösemi olmuş gibi
davrandım. Nazlanmayı sevdiğimi söylemiştim. Sevdiklerime nazlanıp ne kadar
sevdiklerini görünce hemen iyilşiverdim.
-Allah beni
çok seviyor.
Merak etmeyin kan kanseri olmadım. Kan değerlerim sadece çok
yakındı. Teşhisimi koyamadılar sonra da iyileştim hemencik.
Bazen düşünüyorum. Allah benim onu ne kadar sevdiğimi
biliyor. Ama ara sıra beni ağır sınavlara sokuyor. Ben her sınavımdan sonra
beni daha çok sevdiğini biliyorum.
-
İyi ki varsın Allah’ım seni çok
seviyorum.

Çok güzeldir o.
Beceriksiz olduğumu söylemiş miydim? Sonları sevmiyorum ve
beceremiyorum. Yazıma son vermeyi de. O zaman şimdilik sadece ara veriyorum.
Güzel hayalli günleriniz olsun.
02.11.2012
09:50
30 Ekim 2012 Salı
Saçmalıklar
Bugün okula gitmedim
Okul da bana gelmedi.
Sıkıntılar okula atılan tribimle başlar oldu
En sevdiğim şiiridir Orhan Velinin
Okul da bana gelmedi.
Sıkıntılar okula atılan tribimle başlar oldu
En sevdiğim şiiridir Orhan Velinin
“sokakta giderken, kendi kendime
gülümsediğimin farkına vardığım zaman
beni deli zannedeceklerini düşünüp
gülümsüyorum.”
Pijamalarımla markete gidip bir paket sigara aldım.
Sonra bir baktım mahallemde tanımadığım insanlara aileden biri gibi davranmışım.
Hava bugün bulutlu
Yağmur da yağabilir.
Hiç yapraklar oynamadan yağmur yağar mıymış diye geçirdim içimden, ne saçma.
Ah rüzgar sen nelere kadirsin?
Bugün sizin bütün Tanrılarınıza küfür ettim.
En güzeli benim ki çünkü.
Tembellikten değil sıkıntıdan yazdım bugün.
Zaten dersin başına yarım saatten fazla oturmayı hiç beceremedim.
Tembellikten değil sıkıntıdan yazdım bugün.
Zaten dersin başına yarım saatten fazla oturmayı hiç beceremedim.
Balkonum daha güzel bugün
Kedim daha temiz
Yemeğini yiyip bütün gün uyur.
Hiç kediye özendiğiniz oldu mu?
Benim hep olur.
Kediler dünyanın en keyifli hayvanlarıdır.
İnsan da bir hayvan diye öğretmemişler miydi bize?
Kedim daha temiz
Yemeğini yiyip bütün gün uyur.
Hiç kediye özendiğiniz oldu mu?
Benim hep olur.
Kediler dünyanın en keyifli hayvanlarıdır.
İnsan da bir hayvan diye öğretmemişler miydi bize?
- Hayat bazen çok anlamsız.
Bugün size uğrayan ilham perisi bana hiç uğramadı.
Bizim sokağı sevmedi sanırım.
Halbuki burada çok güzel mısırcılar dondurmacılar vardı.
İlham perisi mısır sever miydi?
Sevmiyorsa zaten zevksizmiş gelmemesi tam isabet olmuş.
Bizim sokağı sevmedi sanırım.
Halbuki burada çok güzel mısırcılar dondurmacılar vardı.
İlham perisi mısır sever miydi?
Sevmiyorsa zaten zevksizmiş gelmemesi tam isabet olmuş.
Bir de Cemal Süreyya okudum bugün
Hiç anlamadım ama olsun güzeldi.
Mesela diyor ki;
“Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin.”
Ben onun gözleri olmadan edemesem “Bana ne gitmeyeceksin.” diye tepinir dururdum.
Kapıya kilitler vururdum.
Cemal Süreyya ya sevmesini bilmedi ya da gitsin istemedi.
Anlamadığımı söylemiştim.
Bugün hava rüzgarlı
Hadi kalkıp sinemaya gidelim.
20 Ekim 2012 Cumartesi
Karalama
Hissiz duygusuz olmayı istedim yıllarca
Çala kalem yazılmış romanlara doldu dolalı gözlerim.
Saçlarım o eski nergis gibi kokmaz oldu.
Ne de güzel yansımıştı halbuki göle silueti
Gözleri dolduran tazeliği..
Acı doruk noktaya ulaşınca göz yaşı akmaz demişti arkadaşı.
O acı hiçbir zaman doruklardaki çıplaklığıyla yalnız ve yalnız serseri kalamamıştı.
Bulutların gizlediği güneş ışığı hiç hak ettiği özlemi bulamamıştı.
Her şey duvara yansıyan gölgeler gibi anlamsız.
Kah bir çift göz kah iki güzel kelam.
Ötesi hep yalnızlık deryasında boğulmuştu.
Tükenmişlik hissini bilir miydi hiç gökyüzünün sonsuzluğunda kaybolan martı?
Uçsuz bucaksız okyanusta salınan ahtapotlara ne kadar yabancıydı bir damla gözyaşı?
Sevgi uçsuz bucaksız değildi.
Sözlükteki anlamı; bağlılık göstermeye yönelten duyguydu halbuki.
Duygular durağan
Yönler hep tıkalı.
Ne deniz gibi sonsuz ne gökyüzü gibi bucaksız
Dumanı tüten evlerde öğretememişler miydi bize duyguları?
O zaman en büyük coşkuyu gürül gürül yanan sobanın üzerindeki kestaneler vermez miydi
Şimdi yürekte sönen duygularımızın verdiğini?
Hayalsiz insan ölmeye mahkumsa
İdam sehpasında hiç ümit yoksa
Yaşanan hikayeler hep mutsuzsa
Nedendi kaybolduğumuz bu kargaşa?
20 Ekim 2012
11.35
Çala kalem yazılmış romanlara doldu dolalı gözlerim.
Saçlarım o eski nergis gibi kokmaz oldu.
Ne de güzel yansımıştı halbuki göle silueti
Gözleri dolduran tazeliği..
Acı doruk noktaya ulaşınca göz yaşı akmaz demişti arkadaşı.
O acı hiçbir zaman doruklardaki çıplaklığıyla yalnız ve yalnız serseri kalamamıştı.
Bulutların gizlediği güneş ışığı hiç hak ettiği özlemi bulamamıştı.
Her şey duvara yansıyan gölgeler gibi anlamsız.
Kah bir çift göz kah iki güzel kelam.
Ötesi hep yalnızlık deryasında boğulmuştu.
Tükenmişlik hissini bilir miydi hiç gökyüzünün sonsuzluğunda kaybolan martı?
Uçsuz bucaksız okyanusta salınan ahtapotlara ne kadar yabancıydı bir damla gözyaşı?
Sevgi uçsuz bucaksız değildi.
Sözlükteki anlamı; bağlılık göstermeye yönelten duyguydu halbuki.
Duygular durağan
Yönler hep tıkalı.
Ne deniz gibi sonsuz ne gökyüzü gibi bucaksız
Dumanı tüten evlerde öğretememişler miydi bize duyguları?
O zaman en büyük coşkuyu gürül gürül yanan sobanın üzerindeki kestaneler vermez miydi
Şimdi yürekte sönen duygularımızın verdiğini?
Hayalsiz insan ölmeye mahkumsa
İdam sehpasında hiç ümit yoksa
Yaşanan hikayeler hep mutsuzsa
Nedendi kaybolduğumuz bu kargaşa?
20 Ekim 2012
11.35
7 Ekim 2012 Pazar
Can dosttan mektup var
Güzel Dost İçin
uzun zaman sonra yani bu gün yazmam gerektiğini düşündüm.
doğrusu küçükken yaşıtlarıma göre iyi yazardım sonra gereksiz ve yanlış buldum,yazmadım,yazamadım.
konuştum hep,iyi de konuştum bence ama gün geldi,o da yazı gibi gereksiz ve yanlış oldu gözümde.
şimdi ne yapmak gerekti bilemedim,çok düşündüm ve kendimi susarken buldum.oldukça değerliydi benim için susmak..
Susmak,kabullenme gerektirir,her şeye eyvallah demektir.
zaten pek bi şey de yokken kolaydırda ve susarsın ,sustukça susarsın,bir erdemin tadına varırsın.
tekrarı yoktur susmanın,bi başladımı bitmez bi daha;yekpare,tek vücud,sonsuzlukta yol alan tek nota.
öylesine bi bütündür ki,tek bir boşluğunu bulup sıyrılamazsın.
sadece düşünmek oyalar insanı,onlar da hayelleri getirirler sana.
birden bi bakarsın sesin çıkmaya başlamış artık.artık istediğinle istediğin yerde konuşabilirsin.
her sözü söylersin,hepside anlamlıdır zaten anlam senindir.
buldum dersin güzelliği,iyiliği,gerçek bu dersin,daldıkça dalarsın derinlere.
yoktur hüzün suskunluğunun hiç bi yerinde.
yeni yeni hayellerle renklenirken dünyan,yükselirken heyecan kalbinin derinliklerinde,bir el dokunur sırtına
olanca şevkati ile.
bütün gerçeklik dolu şevkatli o el sana ,kalk der,gidelim.hayel de biter,düşünmekte.
susmak;susmak hiç bitmez,yol da öyle..
yazmak susmaktan mıdır,konuşmaktan mı bilemedim ben.susmaktansa,yazarken de inandığım erdemi koruyorum.
değilse de daha erdemli bi şey yapıyorum kendimce.yazmalıyım bu kez,böyle düşünüyorum.
yazmalıyım çünkü,bi değer verirken bile ona hangi değerle yaklaşsam eksik dediğim,o kadar sevdiğim bi dostum var.
onun bi kalbi var,hisleri var yalnızlığı var,bazen korktukları var.
onun çok güzel bi kalbi var,soruları var,bi çoklarımız gibi (bazen fazla,bazen eksik) sorunları var,
yüzünde hüznü var,içinde kimi zaman gözlerine yansıyan fırtınaları,hiç olmasa engin denizleri var.
ama onun birde inandım,güvendim,dostumsun dediği dostu da var.derki o dost;vakit yazmak vakti,
zaman biraz da buna eşlik etmeli ve bilsin zaman,dostun yüzü bu yazıyla gülmese de,hüznünde bi şey eksilmese de,
kalbi doğru ışığı seçse de seçmese de bu yazı kendini tamamlar.
ve yine bilsin kendi geleceğini bilmez zaman,
tek bir an dostun yüzünden dağılırsa hüzün,yazı noktaların en keskinini kendi sonuna koyar;
sonsuzluğun sonundaki nokta.sonsuz uzayıp giden,bitmeyi bitirmeyen,yeni zorlukların başlangıcının bittiğini müjdeleyen nokta..
sana bu yazıyı yazmak istedim çünkü,belki kabul etmezsin ama seni bazen çaresiz bi yanlızlık içinde görüyorum,
biraz sıkılmış biraz yorulmuş yine de bu halden çıkmak için çabalar biçimde.öyle anlarda ulaşamıyorum sana,
soramıyorum neyin var diye gerçi sorulmazda,ne diyebilirsin ki,ben sana ne diyebilirim ki.
ben olsam beni dinlermiydim bilmiyorum.hep aynı şeyleri söylüyorum.
ama ne yapabilirim bildiğim tek gerçek,inandığım,tılsımını kaybetmeyecek yegane şey.
sana yine aynı şeyi söylerim;
teslim ol,bırak kendini Ona.inan,iste Ondan.yerlerin göklerin sahibi yalnız müminin kalbine sığar.
bi kalbi daha güzel ne şereflendirebilir.O kalbe geldimi misafir gibi değil ev sahibi olarak gelir;
en kutlu evin sahibi olarak.kutlu ev de bekler Onu,gelsin ister.
çağırmazsan eğer evin sahibini kalbin dara düşer,sıkıntıya girer.
o güzel kalbin böylesi bi hasretle üzülürse,ben de üzülürüm.üzme kalbini,bekletme çağır artık ver evi sahibine.
merak etme daha fazla yazmıcam hep söylediklerimden.duam eksik olmaz ama senin için Alemlerin Rabbine.
bunlar biraz kendi hissettiklerimden,biraz sana dair düşündüklerimden.dedim ya zaman sonra yazdım,
yeterli gelmeyebilir sana.elimden geldiğince,gönlümden geçtiğince.daha güzel yazardım ama bende kelime bu kadar.
üzül istemem hiç.O verseydi bana bi kudret alırdım hüznü kalbinden.
.yazı biraz uzun gibi ama sözün özü kısa;ne zaman istersen en kıymet verdiğim dualarımla yanındayım.
elimden geldiğince ellerim hep açık olur senin için En Sevgiliye..
oğuzhan Kacar
O kadar özelsiniz ki benim için. Rabbim sizin ayrılıklarınızla sınamasın hiç beni. "Siz"li zamanı durdursam ve hiç akmasa...
Allah hep güldürsün yüzünüzü, yüzümüzü inşAllah.
Ecem Yılmaz
5 Ekim 2012 Cuma
İnanç
Söylemenin gereksizliğine inandırdı beni hayat
Sessizliğimin önemini vurguladı her adımda
Düşünmenin çaresizliği bindi omuzlara
Sorular hiç bu kadar zor olmamıştı belli ki.
Saatler hiç bu kadar yavaş akmamıştı kalabalıklarda
Gözyaşları kirletmemişti yüzümüzü böylesine
Sabır taşı hiç bu kadar taşmak istememişti.
Tahammüller her saniyenin kıpırtısında daha da azalmıştı.
Yalnızlık bir o kadar artmıştı.
İnanmak…
Sana, bana, Tanrıya
Hiç bu kadar sarsmamıştı derinden
Tanrı var mıdır bilinmez.
Varsa paramparça olmuş her zerreyi ona akıtmak gerek
Pişmanlık duymayı aklından bile geçirmeden
İnanmak..
Sana, bana, martılara
Sorgusuz sualsiz
Yalansız dolansız.
9 Eylül 2012 Pazar
Kelimeler kafi
Süslü kelimelerim yoktu belki ama ucu sana dokunan yalın cümlelerim vardı.
Çocukluğumdan kalma birkaç göz yaşı
Birkaç bavul
Korkusuzca yürüdüğüm yollarım oldu sonra
Hep en iyi bildiğim ama hiç sevmediğim gitmelerim
Sonra büyüdüm.
Göz yaşlarım aynı
Yollar aynı
Gelenler ?
Onlar güzeller.
Birkaç tanıdık.
Kurumayan birkaç damla yanaklarımda.
Hayaller kurduğum güzel insanlar
Hayata bağlayan birkaç samimi cümle
Süslü kelimelerim yoktu belki ama
Kurduğum cümleler gibi yalın sever miydin beni yine de ?
09.09.12
00.52
27 Ağustos 2012 Pazartesi
Yolunuz düşerse bir gün
21 yaşında bir genç.
Hayal yok ümit yok çare yok.
Sadece oturup eski sevgilimi düşünüp dertlensem iç çeksem
öyle sudan sıkıntılarım olsa.
Sıkıldım koşturmacalarımdan.
Sıkıcı somurtkan bir kız oldum çıktım.
Başımı yastığa koyduğum zaman yarını düşünmeden uyusam
mesela
Dünya işleriyle bu kadar uğraşmak zorunda kalmasam.
Hayalini kurduğum meslek için çabalamaya mecalim kalmadı
desem mesela size?
En son çocukken hayal kurmuş olabileceğim için mi seçtim
acaba bölümümü ?
Sonra belki unutmuşumdur hayal kurmayı olamaz mı?
Yani bir köşeye çekilmiş eline kitap almış azcık ukala bir
kız çocuğuna düşerse yolunuz bir gün.
Sessizce geçin karşısına.
Bir sigara da siz yakın.
ecmylmz
27 ağustos
23.02
7 Ağustos 2012 Salı
Hiç olsam
Bir kuzu olsaydım eğer ben, arkadaşlarınla bir gün şehrin
kalabalığından uzaklaşmak için gittiğin köylerden birinde karşına çıkardım.
Sürüyü takip etmek için paytak paytak koşardım. Minicik olurdum muhtemelen. Sen
arabadan iner bembeyaz tüylerimi okşardın benim.
Mesela bir şeker olsaydım, çocukken bakkaldan aldığın o en
sevdiklerinden olurdum. Yıllar sonra hiç ummadığın bir yerde karşına çıkar
çocukluğunu hediye ederdim sana. Yıllardır görmemiş olurdun belki beni ama daha
dün arta kalan 10 kuruşla almışsın gibi hissettirirdim.
Bir koku olsaydım eğer süt kokardım. Annesini yeni emmiş
bebeğin saçlarındaki koku olurdum. Belki bir ziyarette karşına çıkardım, belki
aşık olduğun kadının kucağında. Ama o kokuyu duyunca huzur hissederdin işte.
Mesela bir kitap
olsaydım, her seferinde tekrar tekrar başladığın ama bir türlü sonunu getiremediğin
kitap olurdum. Sayfalarımı her seferinde
yeniden yeniden koklar dururdun. Her seferinde aynı satırlarımı tekrar tekrar
okurdun.
Bir şarkı olsaydım eğer, yıllar sonra sarhoş gittiğin
sahilde çalan şarkı olurdum. Öyle duygulandırırdım ki seni her seferinde daha
büyük yudumlardın biranı.
Bir yemek olsaydım eğer her şey bittikten sonra yediğin
tatlı değil, karnın en açken kaşıkladığın çorban olurdum. Karnını ben
doyururdum. İçini ben ısıtırdım.
Bir uzaylı olsaydım eğer senin evinin çatısına konar ilk
seninle dost olurdum. Dünyayı yine seninle sever, yine seninle mutlu olurdum.
Mesela bir isim olsaydım ağzından düşmeyen, en sevdiğin olurdum.
Hep bana varırdı cümlelerin.
Bir damla gözyaşın olsaydım eğer en büyük günahına tövbe
ederken yanağından süzülen olurdum. Bütün kötülükleri alırdım senden ve yavaşça
kurur giderdim.
Bir tebessüm olsaydım eğer, o en sevdiğin filmde içinde
hissettiğin buruklukla birlikte dudağının kenarına konardım. Hem için acır hem
her şeye rağmen beni saklayamazdın.
Ben bir söz olsaydım eğer hep o son cümleden sonra ilave
etmek istediğin ama söyleyemediğin olurdum. İçine karışırdım, kan akışını
hızlandırırdım ama hep mahremin olurdum.
Bir dua olsaydım. Konsaydım kalbine. Gerçek olmazdım
belki ama,
Belki de olurdum.
07-08-12
25 Haziran 2012 Pazartesi
2 ölü 1 yaralı
Kelimelerin gücüne inandığı kadar hiçbir şeye inanmamıştı
belki de.
Ne bir ses ne bir nefes.
Sadece kelimelerdi onu bağlayan.
Fütursuzca kurulmuş cümleler, serzenişler…
Sonra bir gün sustum.
Korka korka,
yalnızlığımı kanırta kanırta sustum.
Göz yaşı dökmez, ağıtlar yakmaz oldum.
Acıyı gerçekten hissedince solarmış ya bütün kelimeler. Öylesine
işte.
Acılar bütün benliğimi kapladı . Kimseye anlatamadım.
Söylenecek bütün sözleri harcamıştı çünkü yürek birkaç adım ötede.
Özgürlük dedim koşa koşa. Her adım biraz daha özgürleştirdi
ruhumu.
Sonra o da yetmez oldu.
Uçmak istedim.
Kanatlarımı çocukken kopardıklarını unutarak, uçmak istedim.
Çıktım bir dağın zirvesine.
Açtım hala benim sandığım kanatlarımı.
Bıraktım kendimi boşluğa.
Düşüşümü izledim uzaktan.
İçimde fırtınalar koparken kanatlarım geldi aklıma.
Yıllar önce koparttıkları kanatlarımı savuramadım.
Kollarım yetmezdi ki beni havada tutmaya.
Sonra çaresizliği aradım.
Yanı başımdaydı.
Akrandık onunla.
Aynı gün açmıştık dünyaya gözlerimizi.
Sımsıkı sarıldım ona düşerken.
"Beni hiç bırakma." der gibi.
Sonra bir haber düştü gazetelere.
2 ölü 1 yaralı
Çaresizliğim ve ben ölmüşken
Yalnızlık hala yaşamak için can çekişiyordu.
3 Mayıs 2012 Perşembe
Bir Garip Ecem
Elimde sürekli bir kitapla dolaşmam bir şeyler bildiğim
anlamına gelmez. Aslına bakarsanız hiçbir halt bildiğimde yoktur. Yani kitabı
elime alırım, okurum, beğenirim. Hepsi bu.
Yapılması gereken çoğu çıkarımları çıkartamıyorum gibi de
geliyor zaten. Ya da ovvv bu kitap muhteşemdi hayatımın geri kalanını buna göre
yönlendirmeliyim de demedim. Kendimden bir şeyler bulmuşumdur. Yazara hayranlıkla
karışık aşık olmuşumdur belki, o kadar.
İzlediğim filmler, gittiğim tiyatro oyunları sadece beni
mutlu ettiği için hayatıma girmişlerdir.
Carpe diem! O anımı keyif alarak geçirmişsem gerisi laf-ü
güzaftır yani.
Kimseye zarar vermemeye çalışan ancak artık sadece kendisi
için hareket etmeye çalışan bir insan olup çıktım uzun
zamandır.
Neyse lafı çok fazla uzatmış olmalıyım. Bugün katıldığım bir
sergiden bahsetmek istiyordum aslına bakarsanız.
Biraz egoistçe şeylerden bahsetmiş olabilirim. Zaman zaman
eleştirdiğim insanlar olmuştur ne çok kendisini anlatıyor diye, laf aramızda
hiç de sevmem öyle tipleri. Bazen ben de benzesem de onlara.
- -Ben şöyle zekiyim aslında
- -Orada öyle güzel laflar ettim ki herkes bana
hayran kaldı.
- -Bizde para çok gibi vs vs.
Eğer sizde böyle tiplerdenseniz bilin ki sizden de haz
etmiyorumdur ama kibarlığımdan katlanıyorumdur.
Bugün katıldığım sergi diyordum. Sergi asmalı mescitteydi. Bilenler
bilir.
Mescitin kelime anlamı : Minaresiz küçük camidir.
Ancak Taksim’de ki bizim Anadolu’da yıllardır bilinen
mescidimiz; içilip türlü haltların yenildiği, ayyaşların
kapısını aşındırdığı, bira kokularından sarhoş olduğunuz bir yere dönüşmüş olan
bir “Mescit”tir.
Neyse bugün gördüğüm manzaralar benim dünyamın ufacık
minicik olduğuna işaret eden cinstendi.
Topuklu ayakkabım ve ben dünyanın en kötü çiftiyizdir zaten.
Yönetmen Mustafa Altıoklar’ın da katıldığı 1 oda 1 salondan
oluşan sergi yönetmenin hobileri arasında sergi yönetme olduğunu da açık
etmişti bana elinden düşürmediği kamerasıyla.
Bana göre değilmiş insanların elinde ki şarap kadehleriyle
dolaştıkları sergiler bunu anlamış oldum.
Burada her şeyi anlatmaktan vazgeçtim. Diyeceğim o ki ben hiçbir
zaman elimde ki kitabın ötesine geçemeyeceğim.
Ecem YILMAZ
03.05.2012
1 Mayıs 2012 Salı
Minik Gizem
Minik Gizem. Henüz 8 yaşında ikinci sınıf öğrencisi.
Bilgi Üniversiteli arkadaşlarımızın düzenlediği bir organizasyona dahil oldum geçen gün. Sokak sanatçıları, kukla gösterileri, dondurmacılar, macuncular, mısırcılar, her yerden yükselen müzik sesleri ve güneş bu şenliğin en güzel şeyleri arasındaydı. Şenlik üniversiteli arkadaşlarımızı eğlendirmek adına düzenlenmemişti tabii ki. Amaç baharın gelişini kutlamak, derslerin yorgunluğunu da unutmak değildi. Oradaki amaç; Çocuk Esirgeme Yurdu’nda ki kardeşlerimize bir gün de olsa yanlarında olduğumuzu göstermek, hayatın onlarda yaratmış oluğu acıları bir gün de olsa gölgelemekti.
Uzun bir bekleyişten sonra kardeşlerimiz geldi. Gönüllü abla ve ağabeylerinin ellerinden tutarak şenlik havasına kaptırdılar kendilerini.
3 saat terk edilmişliklerini unutarak geçirdiler bütün vakitlerini.
Benim kardeşim Gizem.
O henüz 8 yaşında. Bir de yuva da ağabeyi var o da henüz 12 yaşında. Bir ara yanımıza geldi kardeşini kaybetmekten korkarcasına. Onun emin ellerde olduğunu gördükten sonra rahatladı ve o da şenlik havasına geri döndü.
Minik Gizem 8 yaşında ki çoğu akranından daha olgun daha vakur tavırlar içerisindeydi.
Ne yapmak istediğini sorduğumda dondurma istedi ilk önce.
Sonra yarış yaptık. Minik bedeni hayatı yakalamak için büyük adımlarla koştu bir sağa bir sola. Kukla gösterisini izlerken onu arkada bekleyeceğimizi söylediğimiz de her gülüşünü bizimle paylaşmak ister gibi tebessümlerini dağıttı kalbimize.
Gizem’in hikayesini bilmiyorum. Onun orada olmasına sebep olan konuyu da. Ancak 8 yaşında bir çocuk hayatta bu şekilde terk edilmeyi hak edecek bir şey yapmış olamaz. Günahsız bir kız çocuğu.
Servisleri giderken yüzünde ki mutsuzluğu görmek bütün günün en kötü sahnelerinden biriydi.
“Sen 8 yaşında kocaman bir kızsın, böyle suratını asmamalısın. Hem gülmek sana ne kadar yakışıyor biliyor musun?” tesellileri onun gülüşüne sebep olmuştu belki ama gerçek hiç de öyle değildi.
Onun bir kez daha terk edilişinin acısını gözlerinden okuyabilirdiniz. Sizi özleyeceğim dedi Medyayla bana. 3 saat, sadece 3 saat onunla güzel vakit geçiren ablalarını bile özleyecek olan Gizem’in sıcacık bir yuvaya olan özlemini nasıl tasvir edebilir kalemler.
Onlar gitti yuvasına. Bugün ne durumda olduğunu henüz bilmiyorum.
Orada o minik yüreklerle vakit geçiren abla ve ağabeylerinin bir üst model telefon alamadığı için mutsuz olduklarını anlayabilecek miydi Gizem?
Ya da akşam yemeğinde patlıcan olduğu için masada surat asmanın ne demek olduğunu bilebilir miydi?
Yeni sezon kıyafetlerle dolabını doldurup hala giyecek bir şeyinin olmadığından yakınmak nedir hiç düşünebilir miydi?
Bu seçeneklerden hiç biri gelemezdi ki Gizem’in aklına. Onun ne kadar güzel güldüğünü gören bizler bir kez daha utanmıştık kendimizden.
Sahip olduklarımızı düşünüp bir kez daha dolmuştu gözlerimiz.
Biz Gizem’i ziyarete gideceğiz ve bizim onu terk etmeyeceğimizi kanıtlayacağız ona.
Dünyanın sanıldığı kadar kötü bir yer olmadığını.
Bu hayatta güvenebileceği en azından bir kişi olduğunu.
Şimdi minik Gizem’i ve Gizemleri düşünerek en son mutsuz olduğunuz anı canlandırın gözünüzde.
Ve bir kez daha iç muhasebenizi yapın.
Gerçekten değer miydi?
15 Nisan 2012 Pazar
Michelangelo
Rönesans döneminin önemli heykeltıraş, ressam ve mimarlarından. Bu yıl içinde kaç tane oyuna gittiğimi hatırlayamıyorum ancak izlediğim en iyi oyunlardan oyunculuklardan biri olduğunu itiraf edebilirim. Üsküdar da minicik bir sahne. Sıcacık. Dekorlar ve sahnelerin değişimini, üstadın resimlerinin duvarlara yansıyışlarının verdiği lezzetin tarifi yok.
Michelangelo hiç evlenmemiş ve zamanında herkes tarafından deli olmakla suçlanmış olan büyük bir sanatçı.
Bir zamanlar bir arkadaşım eşcinsel olabileceğini söylemişti. Oyun da eşcinselliğiyle ilgili bir bulgu olmamakla beraber heykelini yaptığı bütün Meryemlere aşık olması bu hipotezi çürütmüş olsa gerek.
Oyunun yazarı Irmak oyunu 22 yaşında bitirerek büyük bir başarıya imza atmış. Michelangelo’nun Davud heykelini 26 yaşında bitirdiğini de söylemeden edemeyeceğim. Ve 21 yaşında hala bir şey ortaya koyamadığımın öz eleştirisini yapmamak da ayıp olur sanırım.
Özgün müzikler ve Atilla Şendil’in bitmek bilmeyen enerjisi seyirciyi her an tetikte bir sonra ki sahneye hazırlar nitelikteydi.
Bu ara şizofreniye olan merakımı arttırdı oyun. Şizofreni hastalarını gözlemlemem sonucu ortaya çıkan müthiş yaratıcılık Michelangelo’da da her an göz önündeydi ve çizdiği resimlerle olan savaşı her an artmaktaydı.
Sevgiden anlamayan Michelangelo! Kim bilebilir senin için de yaşadığın müthiş aşkı? Bu aşk Meryem’e mi yoksa gariban köylüye mi yoksa Meryem’in rahmine İsa’yı bırakan Babaya mı bilinmez.
Düzene karşı gelişin sadece Papaya mı yoksa kendi içinde kendinle olan bir kavgan mı ?
Sanat iyi insanların becerebileceği bir şey olmadı hiçbir zaman derim hep. Sanat, normal insanların becerebileceği bir şey olamadı hiçbir zaman diyerek düzeltmekte yarar var.
Oyunda ki en önemli repliklerden olsa gerek:
-Ben bir köylüyüm sanattan anlamam.
Michelangelo’nun cevabı hepimizin düşünmesi gereken cinsten..
-Sanattan o büyük soylu adamlar bile anlamıyor.
Herkesin sanattan anlayabileceği sanat dolu günlerin şerefine bu gece ki bütün alkışlar.
Ecem YILMAZ
14/04/2012
20 Mart 2012 Salı
Bizim çocukluğumuz da..
Bizim çocukluğumuz da – eskiden şöyleydi diyecek kadar uzun zaman geçmedi belki hatıraların üzerinden ama teknoloji çağının çocuklarıyla aramızdaki farkı aktarmak istiyorum sadece.
Bizim çocukluğumuz da süre kısıtlamaları akşam ezanıyla birdi. Akşam ezanı okunur okunmaz evlerimize dağılırdık. Kimsenin çağırmasına gerek yoktu bizi. Belki de bize dayatılan en güzel şeylerden biri. Şimdi çocuklar ezan sesi duyamaz oldular. Şimdi ki çocuklar sokağa çıkmanın tadına varamaz oldular.
Annelerimiz korkmazdı aç kalacak diye karşı komşu Semra teyze mutlaka bir şeyler yedirirdi bize. Hem Ayşe teyzelerde bahçe de yerlerdi yemeklerini oradan geçerken bizi de buyur ederlerdi.
En büyük servetimiz oyunda kazandığımız tasolarımızdı. 50 kuruşluk cipsten çıkan tasolar eğer işini biliyorsan 100 lerce ye çıkardı. Biraz erkek Fatma olan biri olarak ben biliyordum galiba ki o hazinemle daha geçenlerde vedalaşabildim.
Şimdi ki gibi 100 küsür liralık oyunlar satın almazdık belki ama 100 lira verseler de değişmeyeceğimiz bilyelerimiz vardı.
Bizim zamanımızda yazları güneş birazcık tepeden inince yaptığımız bisiklet yarışmalarımız vardı.
Her şeyi parayla satın almazdık. Mahalle başlarında çeşmelerimiz vardı. Suyumuz bedavaydı. Çeşmenin başında ellerimizi dayayarak kana kana içerdik kökez suyumuzdan.
Su da bizimdi çamurda.
Annelerimiz kızmazdı çamurlaşan kıyafetlerimize. Mikrop kaparız diye de korkmazlardı. Çocuktuk tabii oynayacaktık.
Bizim zamanımızda dizlerimizde yaralarımız vardı. Hala bir kaçının izi durur. Kanatır kanatır ağlamazdık. Gözlerimiz dolardı ama ağlamazdık işte. Sonra tam bir yara kapanırken bir yenisi olurdu.
Biz annelerimizin canını sıkmazdık canım sıkılıyor diye bir taş bulur sek sek oynardık sıkılırsak kaydırak.
Koşardık sonra doya doya. Terlerdik ama hasta olmazdık.
Bazı yaz geceleri sadece oturur yıldızları izlerdik. O zaman bir sürü yıldız vardı gökyüzünde. Hem kapatmazdı hiçbir bina onların önünü. Sonra biri kayar ve dilek dilerdik.
Çimende yuvarlanınca bulaşan lekeler çıkmaz diye terslemezdi annelerimiz bizi. Doya doya uzanırdık çimenliklere mis gibi kokarlardı.
Sonra yağmurlar da güzel olurdu biz çocukken. Yağmurdan da kaçmazdık. Ardından gelecek toprak kokusuna bayılırdık çünkü hepimiz.
En büyük teknolojimiz evimizde ki atariydi. Ama hiçbir zaman yan apartmanda ki arkadaşımıza tercih etmedik oyunlarımızı. O zili çalıp bizi çağırdığında oyun yarıda da kalsa koşa koşa giderdik saklambaç oynamaya.
Kışları güzel olurdu kar yerdik biz siz yer miydiniz bilmiyorum. Ellerimiz soğuktan acıyana kadar gelmezdik eve.
Bizim zamanımız da sobalarımız vardı gürül gürül yanardı soğuk kış günlerinde üzerinde kestaneler pişirirdik. Sonra portakal kabukları koyardık mis gibi kokardı. Hiçbir kalorifer o kadar ısıtmadı içimizi bir daha.
Kömür kokardı mis gibi çıralar kokardı odamız.
Ağaçlarımız da vardı bizim. Çocukluğumla ilgili pazardan alınan meyve hatırlamamak en büyük lükslerden olsa gerek. Bütün gün ağaç tepelerinde doyururduk karnımızı taptaze kirazlarla.
Pikniklerimiz olurdu sonra baharın gelişini öyle kutlardık biz. İpimizi topumuzu alır sığışır giderdik yemyeşil yerlere. Derelerimiz de vardı bizim çocukken götürdüğümüz karpuzları orada soğuturduk.
Maçlarımız arka mahalleyle olurdu bilmem hangi şehirdeki tanımadığımız yaşını adını bilmediğimiz insanlarla muhatap olmazdık bilgisayarlarda.
Biz küçükken mahallemizin ağabeyleri olurdu bir de. Mahallenin delikanlıları. Köşe başlarında da beklemezdi onlar ama ne zaman başka sokaktan biri bize bir şey yapacak olsa onlar hemen meydana çıkar korurdu bizi.
Şimdi bunların hiç biri yok. Çocuklar oksijensiz evlerinde bilgisayarların başından ayrılmadan geçiriyorlar en güzel yıllarını.
Peki bu koca uçurumun sorumlusu kim? Sorusunu sormadan edemiyor insan.
15 Mart 2012 Perşembe
Arayış
Bulduğumu sanmaktan ziyade umduğumu aramaktayım der Üstad. Buldum dediğim an kaybettiğim şeyden bahsediyor belki de bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğim. Arıyorum çaresizce. Sonunu bilemeden. Merakla ve sabırla. Sabır yetim çocukların doğuştan öğrendiği bir şey olsa gerek. Sabrı öğreten bin bir tane vesvesenin içinde kaybolmak doğan güneşe hep yüzünü dönmeye çalışmak. Konuşmak araştırmak oldu bu aralar. Sonra konuşamamak kaçmak hep kaçmağa dönüştü. Neyden ve kimden kaçtığım çok aşikardı aslında. Nasıl kaçabilirdim ki kendimden. Aynaya her baktığımda gördüğüm o değil miydi? Ayna bütün yalanları yalanlar gibi yüzüme her seferinde vurmaz mıydı acı gerçeği?
Kendimle girdiğim savaş aslında nefsimle olan değil miydi? Gözlerimi her kapatışım O’na açılan yeni bir yol olmayacak mıydı? Güneş her gün yeniden doğacak ardından gelecek gece yer yüzünü bütün siyahlığıyla örtmeyecek miydi?
Kendiyle olan savaşta hep kaybeder mi insan? Yalnızlığına sarılıp kabul ne zaman edilir hiçliği. Hiçlik sonsuzluğa açılan yeni bir kapı değil midir zaten.
Sonsuzluğa olan merak herkesten uzakta mı? Kimseyle konuşmadan mı kavuşabiliriz mucizevi gerçeğe.
Dünyevi aşk ne zamandan beri İlahi aşka dönüşmüştü? Çok uzak değil bu cevap 3-5 ay belki de.
Mecnun’nun karşısına Leylayı getirdiklerinde Mecnun’un aşık olduğu Leyla’nın o olmadığını söylediği an ne büyük andır. Ne büyük nimettir Mecnun için.
Hangilerimiz o nimetle ödüllendirileceğiz? Daha ne kadar yol var? Yolun sonu nereye çıkıyor bilmek istemiyor mu üç beş kişiden fazlası?
Gereksiz yapılan her muhabbet sızlatmıyor mu senin içini de ? Gereksiz muhabbetler mi beni bu noktaya getirdi yoksa? Yoksa onlar mı uzattı yolumu?
Arayış. Sonsuzluğu.. Sabırla. Bulacağına inandığı bir şeyi sonsuza kadar aramaktan neden vazgeçer insanoğlu?
Arayacağım ve buldum demeyeceğim hiçbir zaman. Belki o zaman tadarım aşkın şarabından. Belki o zaman kavuşurum sonsuz huzura.
27 Şubat 2012 Pazartesi
ensest gerçeği
Geçenlerde bir film izledim. Yuva isimli bir film. Filmden çıkınca kanım çekilmişti. Belki de daha yolun çok başında olduğumdan bilmiyorum. Film değil bir belgeseldi aslına bakarsanız. Tecavüz, ensest, taciz, istismar, pedofili ilk orda bu kadar açık açık göstermişti bana çirkinliğini. O genç kız gibi ergenliğe yeni girdiğim zamanlar öğrenmemiştim . Ya da 4 yaşlarında ki kız çocuğu kadar şanssız değildim. 9 yaşındaki –erkek çocuğu-nun duygularını da bilemezdim. Ama paylaşabilirdim. Ben daha geçtiğimiz gün bir filmden öğrendim bu tanımların insanın kanını nasıl dondurduğunu. Dayısının tecavüz ettiği bir kız uzun yıllar aseksüel olduğu fikriyle yaşamış. En korktuğu soru ise “Bir sırrın var mı?” olmuş. 4 yaşında ki minik kız çocuğu babası tarafından defalarca tecavüze uğramış. O yetmezmiş gibi babasının gözü önünde başka adamlarında tecavüzüne uğramış ve çocuk pornosu denilen iğrenç randa her şeyden habersiz girivermiş. 9 yaşında ki minik erkek çocuğu. Abisi tarafından tecavüze uğramış. O şuanda homoseksüel ve kimse onu bu tercihinden dolayı suçlayamaz. Üstelik o abi kız kardeşine de defalarca tecavüz etmiş.
O kadar trajik hikayeler(!) ki bunlar. Sorun şu ki; hikaye değil hiç biri. Gerçek hayat. Bize çok uzakmış gibi görünen aslında burnumuzun dibinde olan gerçek hayatlar.
Genç kız dayısının tecavüzünü annesine söylediğinde ise annesi sadece birkaç gün ağlıyor ve her şey kaldığı yerden devam etmeye başlıyor. Bunun sebebi de annesinin de küçükken abisinin tacizine ve tecavüzüne maruz kalmış olması.
İşin sorgulanması gereken bir başka boyutu ise annesi bütün her şey bilmesine rağmen kızına bayramlarda kandillerde dayısını aramasını öğütlüyor olması.
Nedendi bu korku ? Kimdendi ? Ön yargılar, mahalle baskısı, rezil olurum düşüncesi ne zamandan beri bizim, kızımızın, en yakınımızın hayatından daha önemli oldu?
Gazetelerde ensest ilişkiye dair haber yapma yasağı özendirmemek için mi kol kırılır yen içinde kalır atasözümüzü devreye sokma arzusundan mıydı ?
Bu minik yürekler büyüdüklerinde gerçek bir ilişki yaşayamamalarının sorumlusu olarak neyi göstereceklerdi ? Sadece amca dayı abi ve babayı mı ? Yoksa yıllarca kimseye anlatamamış olmanın verdiği sorumluluğu omuzlarında taşımış olmalarını mı ?
Meseleye kuyruk sallama gözüyle bakan insanlar olduğu sürece bu sorunlar nasıl aşılacak?
“Mahalle baskısı” daha ne kadar bu suçları cezasız bırakacak?
Ben düşündüm ve çözüm bulamadım. Farkındalık sağlamaksa önemli olan bu farkındalığı hep birlikte sağlayabiliriz.
Burada anlatılan sorun kendisini tatmin etmeye çalışan cinsel ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan bireyler değil ciddi psikolojik sorunlardır.
Psikolog adayı olarak benim ilerde bu insanları topluma kazandırmak için yapmam gerekenler nedir sorusunu sorduran film kafa karışıklığımı daha da arttırmış bulunmaktadır.
Ecem Yılmaz
sahip olamadıklarından vazgeçemez insan
Kırılmış bardak, kendi kendine yanan sigara ve yan koltukta her şeyden habersiz yatan kedi
Benim olmayan hayatta yaşadığım sarhoşlukla bir o yana bir bu yana savrulmanın verdiği yorgunluk.
Kimim ben sorusu için geç kalmış bir ben.
Düşündü adam
Geç kalınmışlıkları
Ardından sessiz sedasız kaçışları
Kaçmak hep sessiz mi olurdu?
Bu sefer olmamıştı.
Ardında bıraktığı büyük harabe yerle bir olmuş, büyük bir çığlık gibi yerini suskunluğa bırakmıştı.
Unutmak yalan
Gecelerce karşılıklı susuşlar
Küllerin ardına gizlenmiş olmanın verdiği gizem yalan olmuş, alev alev yanmıştı.
Adam giderken düşünmüş müydü ?
Başlaması güç olanı bitirmek nasıl da kolay olmuştu.
Herkes bıyık altından sessizce gülerken adam sadece susmuş ve gitmişti.
Sahip olamadıklarından vazgeçemez insan.
O sahip olabilmiş miydi şarkıların arkasına saklanmış aşka?
Aşk yalan olmuş
Gözler kapanmış
Her şey kaldığı yerden devam etmeye çalışmıştı.
Kaldığı yerden nasıl devam eder insan?
Nasıl susuşlar,çığlıklar yok olabilirdi ?
Kimsenin bilmediği bir sır nasıl gün yüzüne çıkmadan kaybolabilirdi?
Büyük günahlar büyük acılar getirirdi.
Büyük suçlar yalnız işlenmezdi.
En büyük suç ortaklığı hep sessiz sedasız yok olurdu ya
Yok olmamıştı.
İçinde kocaman sorular bırakmıştı bu sefer.
Sorular büyük
Özlemler derin
İnsan görmeden nasıl dokunabilir hayata ?
Adam dokundu.
Adamlık cesurluktu ya..
Bilirdi bunu hayatı boyunca hep cesur olan adam.
İlk defa cesur değildi.
Sadece sustu.
Bir kayığa atladı ve yok oldu gülüşlerden.
Bir rüyaydı en güzel yerinde uyandı.
Saate baktı 11’i geçmişti.
Etrafa baktı genç kız.
Sigarası sönmüş, bardak hala kırık ve kedi hala uyuyordu.
Ecm Ylmz
Ocak-2012
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)