20 Mart 2012 Salı

Bizim çocukluğumuz da..


Bizim çocukluğumuz da – eskiden şöyleydi diyecek kadar uzun zaman geçmedi belki hatıraların üzerinden ama teknoloji çağının çocuklarıyla aramızdaki farkı aktarmak istiyorum sadece.
Bizim çocukluğumuz da süre kısıtlamaları akşam ezanıyla birdi. Akşam ezanı okunur okunmaz evlerimize dağılırdık. Kimsenin çağırmasına gerek yoktu bizi. Belki de bize dayatılan en güzel şeylerden biri. Şimdi çocuklar ezan sesi duyamaz oldular. Şimdi ki çocuklar sokağa çıkmanın tadına varamaz oldular.
Annelerimiz korkmazdı aç kalacak diye karşı komşu Semra teyze mutlaka bir şeyler yedirirdi bize. Hem Ayşe teyzelerde bahçe de yerlerdi yemeklerini oradan geçerken bizi de buyur ederlerdi.
En büyük servetimiz oyunda kazandığımız tasolarımızdı. 50 kuruşluk cipsten çıkan tasolar eğer işini biliyorsan 100 lerce ye çıkardı. Biraz erkek Fatma olan biri olarak ben biliyordum galiba ki o hazinemle daha geçenlerde vedalaşabildim.
Şimdi ki gibi 100 küsür liralık oyunlar satın almazdık belki ama 100 lira verseler de değişmeyeceğimiz bilyelerimiz vardı.
Bizim zamanımızda yazları güneş birazcık tepeden inince yaptığımız bisiklet yarışmalarımız vardı.
Her şeyi parayla satın almazdık. Mahalle başlarında çeşmelerimiz vardı. Suyumuz bedavaydı. Çeşmenin başında ellerimizi dayayarak kana kana içerdik kökez suyumuzdan.
Su da bizimdi çamurda.
Annelerimiz kızmazdı çamurlaşan kıyafetlerimize. Mikrop kaparız diye de korkmazlardı. Çocuktuk tabii oynayacaktık.
Bizim zamanımızda dizlerimizde yaralarımız vardı. Hala bir kaçının izi durur. Kanatır kanatır ağlamazdık. Gözlerimiz dolardı ama ağlamazdık işte. Sonra tam bir yara kapanırken bir yenisi olurdu.
Biz annelerimizin canını sıkmazdık canım sıkılıyor diye bir taş bulur sek sek oynardık sıkılırsak kaydırak.
Koşardık sonra doya doya. Terlerdik ama hasta olmazdık.
Bazı yaz geceleri sadece oturur yıldızları izlerdik. O zaman bir sürü yıldız vardı gökyüzünde. Hem kapatmazdı hiçbir bina onların önünü. Sonra biri kayar ve dilek dilerdik.
Çimende yuvarlanınca bulaşan lekeler çıkmaz diye terslemezdi annelerimiz bizi. Doya doya uzanırdık çimenliklere mis gibi kokarlardı.
Sonra yağmurlar da güzel olurdu biz çocukken. Yağmurdan da kaçmazdık. Ardından gelecek toprak kokusuna bayılırdık çünkü hepimiz.
En büyük teknolojimiz evimizde ki atariydi. Ama hiçbir zaman yan apartmanda ki arkadaşımıza tercih etmedik oyunlarımızı. O zili çalıp bizi çağırdığında oyun yarıda da kalsa koşa koşa giderdik saklambaç oynamaya.
Kışları güzel olurdu kar yerdik biz siz yer miydiniz bilmiyorum. Ellerimiz soğuktan acıyana kadar gelmezdik eve.
Bizim zamanımız da sobalarımız vardı gürül gürül yanardı soğuk kış günlerinde üzerinde kestaneler pişirirdik. Sonra portakal kabukları koyardık mis gibi kokardı. Hiçbir kalorifer o kadar ısıtmadı içimizi bir daha.
Kömür kokardı mis gibi çıralar kokardı odamız.
Ağaçlarımız da vardı bizim. Çocukluğumla ilgili pazardan alınan meyve hatırlamamak en büyük lükslerden olsa gerek. Bütün gün ağaç tepelerinde doyururduk karnımızı taptaze kirazlarla.
Pikniklerimiz olurdu sonra baharın gelişini öyle kutlardık biz. İpimizi topumuzu alır sığışır giderdik yemyeşil yerlere. Derelerimiz de vardı bizim çocukken götürdüğümüz karpuzları orada soğuturduk.
Maçlarımız arka mahalleyle olurdu bilmem hangi şehirdeki tanımadığımız yaşını adını bilmediğimiz insanlarla muhatap olmazdık bilgisayarlarda.
Biz küçükken mahallemizin ağabeyleri olurdu bir de. Mahallenin delikanlıları. Köşe başlarında da beklemezdi onlar ama ne zaman başka sokaktan biri bize bir şey yapacak olsa onlar hemen meydana çıkar korurdu bizi.
Şimdi bunların hiç biri yok. Çocuklar oksijensiz evlerinde bilgisayarların başından ayrılmadan geçiriyorlar en güzel yıllarını.
Peki bu koca uçurumun sorumlusu kim? Sorusunu sormadan edemiyor insan.

15 Mart 2012 Perşembe

Arayış

Bulduğumu sanmaktan ziyade umduğumu aramaktayım der Üstad. Buldum dediğim an kaybettiğim şeyden bahsediyor belki de bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğim. Arıyorum çaresizce. Sonunu bilemeden. Merakla ve sabırla. Sabır yetim çocukların doğuştan öğrendiği bir şey olsa gerek. Sabrı öğreten bin bir tane vesvesenin içinde kaybolmak doğan güneşe hep yüzünü dönmeye çalışmak. Konuşmak araştırmak oldu bu aralar. Sonra konuşamamak kaçmak hep kaçmağa dönüştü. Neyden ve kimden kaçtığım çok aşikardı aslında. Nasıl kaçabilirdim ki kendimden. Aynaya her baktığımda gördüğüm o değil miydi? Ayna bütün yalanları yalanlar gibi yüzüme her seferinde vurmaz mıydı acı gerçeği?
Kendimle girdiğim savaş aslında nefsimle olan değil miydi? Gözlerimi her kapatışım O’na açılan yeni bir yol olmayacak mıydı? Güneş her gün yeniden doğacak ardından gelecek gece yer yüzünü bütün siyahlığıyla örtmeyecek miydi?
Kendiyle olan savaşta hep kaybeder mi insan? Yalnızlığına sarılıp kabul ne zaman edilir hiçliği. Hiçlik sonsuzluğa açılan yeni bir kapı değil midir zaten.
Sonsuzluğa olan merak herkesten uzakta mı? Kimseyle konuşmadan mı kavuşabiliriz mucizevi gerçeğe.
Dünyevi aşk ne zamandan beri İlahi aşka dönüşmüştü? Çok uzak değil bu cevap 3-5 ay belki de.
Mecnun’nun karşısına Leylayı getirdiklerinde Mecnun’un aşık olduğu Leyla’nın o olmadığını söylediği an ne büyük andır. Ne büyük nimettir Mecnun için.
Hangilerimiz o nimetle ödüllendirileceğiz? Daha ne kadar yol var? Yolun sonu nereye çıkıyor bilmek istemiyor mu üç beş kişiden fazlası?
Gereksiz yapılan her muhabbet sızlatmıyor mu senin içini de ? Gereksiz muhabbetler mi beni bu noktaya getirdi yoksa? Yoksa onlar mı uzattı yolumu?
Arayış. Sonsuzluğu.. Sabırla. Bulacağına inandığı bir şeyi sonsuza kadar aramaktan neden vazgeçer insanoğlu?
Arayacağım ve buldum demeyeceğim hiçbir zaman. Belki o zaman tadarım aşkın şarabından. Belki o zaman kavuşurum sonsuz huzura.

27 Şubat 2012 Pazartesi

ensest gerçeği

Geçenlerde bir film izledim. Yuva isimli bir film. Filmden çıkınca kanım çekilmişti. Belki de daha yolun çok başında olduğumdan bilmiyorum. Film değil bir belgeseldi aslına bakarsanız. Tecavüz, ensest, taciz, istismar, pedofili ilk orda bu kadar açık açık göstermişti bana çirkinliğini. O genç kız gibi ergenliğe yeni girdiğim zamanlar öğrenmemiştim . Ya da 4 yaşlarında ki kız çocuğu kadar şanssız değildim. 9 yaşındaki –erkek çocuğu-nun duygularını da bilemezdim. Ama paylaşabilirdim. Ben daha geçtiğimiz gün bir filmden öğrendim bu tanımların insanın kanını nasıl dondurduğunu. Dayısının tecavüz ettiği bir kız uzun yıllar aseksüel olduğu fikriyle yaşamış. En korktuğu soru ise “Bir sırrın var mı?” olmuş. 4 yaşında ki minik kız çocuğu babası tarafından defalarca tecavüze uğramış. O yetmezmiş gibi babasının gözü önünde başka adamlarında tecavüzüne uğramış ve çocuk pornosu denilen iğrenç randa her şeyden habersiz girivermiş. 9 yaşında ki minik erkek çocuğu. Abisi tarafından tecavüze uğramış. O şuanda homoseksüel ve kimse onu bu tercihinden dolayı suçlayamaz. Üstelik o abi kız kardeşine de defalarca tecavüz etmiş.
O kadar trajik hikayeler(!) ki bunlar. Sorun şu ki; hikaye değil hiç biri. Gerçek hayat. Bize çok uzakmış gibi görünen aslında burnumuzun dibinde olan gerçek hayatlar.
Genç kız dayısının tecavüzünü annesine söylediğinde ise annesi sadece birkaç gün ağlıyor ve her şey kaldığı yerden devam etmeye başlıyor. Bunun sebebi de annesinin de küçükken abisinin tacizine ve tecavüzüne maruz kalmış olması.
İşin sorgulanması gereken bir başka boyutu ise annesi bütün her şey bilmesine rağmen kızına bayramlarda kandillerde dayısını aramasını öğütlüyor olması.
Nedendi  bu korku ? Kimdendi ? Ön yargılar, mahalle baskısı, rezil olurum düşüncesi ne zamandan beri bizim, kızımızın, en yakınımızın hayatından daha önemli oldu?
Gazetelerde ensest ilişkiye dair haber yapma yasağı özendirmemek için mi kol kırılır yen içinde kalır atasözümüzü devreye sokma arzusundan mıydı ?
Bu minik yürekler büyüdüklerinde gerçek bir ilişki yaşayamamalarının sorumlusu olarak neyi göstereceklerdi ?  Sadece amca dayı abi ve babayı mı ? Yoksa yıllarca kimseye anlatamamış olmanın verdiği sorumluluğu omuzlarında taşımış olmalarını mı ?
Meseleye kuyruk sallama gözüyle bakan insanlar olduğu sürece bu sorunlar nasıl aşılacak?
“Mahalle baskısı” daha ne kadar bu suçları cezasız bırakacak?
Ben düşündüm ve çözüm bulamadım. Farkındalık sağlamaksa önemli olan bu farkındalığı hep birlikte sağlayabiliriz.
Burada anlatılan sorun kendisini tatmin etmeye çalışan cinsel ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan bireyler değil ciddi psikolojik sorunlardır.
Psikolog adayı olarak benim ilerde bu insanları topluma kazandırmak için yapmam gerekenler nedir sorusunu sorduran film kafa karışıklığımı daha da arttırmış bulunmaktadır.

Ecem Yılmaz

sahip olamadıklarından vazgeçemez insan

Kırılmış bardak, kendi kendine yanan sigara ve yan koltukta her şeyden habersiz yatan kedi

Benim olmayan hayatta yaşadığım sarhoşlukla bir o yana bir bu yana savrulmanın verdiği yorgunluk.
Kimim ben sorusu için geç kalmış bir ben.
Düşündü adam
Geç kalınmışlıkları
Ardından sessiz sedasız kaçışları
Kaçmak hep sessiz mi olurdu?
Bu sefer olmamıştı.
Ardında bıraktığı büyük harabe yerle bir olmuş, büyük bir çığlık gibi yerini suskunluğa bırakmıştı.
Unutmak yalan
Gecelerce karşılıklı susuşlar
Küllerin ardına gizlenmiş olmanın verdiği gizem yalan olmuş, alev alev yanmıştı.
Adam giderken düşünmüş müydü ?
Başlaması güç olanı bitirmek nasıl da kolay olmuştu.
Herkes bıyık altından sessizce gülerken adam sadece susmuş ve gitmişti.
Sahip olamadıklarından vazgeçemez insan.
O sahip olabilmiş miydi şarkıların arkasına saklanmış aşka?
Aşk yalan olmuş
Gözler kapanmış
Her şey kaldığı yerden devam etmeye çalışmıştı.


Kaldığı yerden nasıl devam eder insan?
Nasıl susuşlar,çığlıklar yok olabilirdi ?
Kimsenin bilmediği bir sır nasıl gün yüzüne çıkmadan kaybolabilirdi?
Büyük günahlar büyük acılar getirirdi.
Büyük suçlar yalnız işlenmezdi.
En büyük suç ortaklığı hep sessiz sedasız yok olurdu ya
Yok olmamıştı.
İçinde kocaman sorular bırakmıştı bu sefer.
Sorular büyük
Özlemler derin
İnsan görmeden nasıl dokunabilir hayata ?
Adam dokundu.
Adamlık cesurluktu ya..
Bilirdi bunu hayatı boyunca hep cesur olan adam.
İlk defa cesur değildi.
Sadece sustu.
Bir kayığa atladı ve yok oldu gülüşlerden.
Bir rüyaydı en güzel yerinde uyandı.
Saate baktı 11’i geçmişti.
Etrafa baktı genç kız.
Sigarası sönmüş, bardak hala kırık ve kedi hala uyuyordu.

Ecm Ylmz

Ocak-2012 

kırmızı salıncak

Minicik ömrümde en büyük eğlencemdi salıncağın bir ileri bir geri sallanması. Ayaklarımı her seferinde daha hızlı daha hızlı olsun diye oynatışım bundandı. Salıncak kelimesi içimde rüzgar esmesine bile sebep olurken onun verdiği heyecanı dünyanın bütün balonları benim olsa da veremezlerdi bana. Öyle inanırdım. Rüyamda ki salıncak kırmızı üstünde tüller olan, dağ başında bir salıncak. Ben sallandıkça tüller uçuşurdu her gece rüyamda. Sonra her ileri gidişimde heyecanlanır ölüyormuşum gibi hissederdim. O heyecan... Koskoca 8 yıllık hayatımın en büyük mutluluğuydu bana… Sonra bir ıslık duyardım arkadan her ölüm hissi zamanında. Evet derdim ölüm böyle bir şeymiş. Ne kadar heyecanlı! Neden korkar ki büyükler diye düşünürdüm. Arkada ki ıslık yaprak seslerini yönetir gibi tiz... Annemin çığlığı olurdu genel de o ıslık. Çok korkardı başıma bir şey gelecek, salıncağın ipi kopacak diye. Görmez miydi çok mutluydum. Heyecanla dans ediyordum. Büyüklerimden adrenalin diye duymuştum bunun adını. Benim ki büyüklerin hissedebileceği cinsten bir şey değildi ama. Büyükler hep üzgündü. Ben hiç üzgün olmazdım o salıncağın tepesinde. Bir rüya… En güzel rüya en heyecanlı rüya benim olurdu. Kimseye anlatamazdım bir daha göremem diye.

Ben hastane odasında hep o rüyayı görerek uyanırdım her sabaha. Ben 8 yaşında hayatının en büyük eğlencesi salıncak olmuş kocaman bir ablayım. Kardeşim var benim 2 yaşında henüz çok minik bense kocaman bir ablayım. Abla olmak için kaç yaşına gelmek gerektiğini sorardım hep hastane odasındaki hemşire ablalara.

-Siz kaç yaşında abla oldunuz.?

Hep güldüler sorularıma. Öptüler alnımı sessizce ve çıktılar odamdan. Ben biliyordum ki zaten bu sorunun cevabını... Ben 6 yaşında abla oldum. 6 yaş abla olmak için uygun bir yaştı bence. Hem okula da başlamış oluyordun. Koca kız olmuştum ben. Annem hep öyle derdi.

-Benim cesur kızım.

Evet cesurdum ben. Sonu uçurum olan salıncakta sallanabilecek kadar cesur.

Ben hiç ağlamadım şimdiye kadar. 6 yaşıma kadar olanları saymıyorum, o zaman miniktim sonra abla oldum hiç ağlamadım, kardeşim vardı benim. Cesur ablası var diye övünsün istedim hep. Hemşire ablalar her odama geldiklerinde koluma sapladıkları iğneye rağmen ağlamadım ben. Canım acıdı ama annemin cesur kızıydım ben. Koskoca salıncakta korkusuzca sallanmıştım ben minicik iğneden mi korkacaktım!

Ama annem her gece başucuma gelip ağlardı. Anneler ağlamazdı benim annem neden ağlıyordu bilmiyorum. Abla değildi o muhtemelen ondan. Onunda bir kardeşi olsaydı 6 yaşında, o da ağlamazdı. Benim annem de cesur kadındı ama abla değildi işte. Abla olanlar ağlamaz demek ki anneler ağlarmış o zamanlar öğrendim bunu.

Aslında ben pek bir şey bilmem. Bildiklerim bir elin parmaklarını geçmez… Mesela çizgi filmlerde ölüm olmadığını biliyorum. Kocaman salıncaktan düşseler de ölmez onlar. Ben ölür müyüm bilmiyorum.
Kanser olunca saçların döküldüğünü biliyorum.

He bir de kırmızı bandananın bana çok yakıştığını biliyorum :)

Hep öyle dediler bana. Aynaya her baktığımda annem bana aldığı kırmızı bandanayı önce güzelce başıma bağlardı sonra getirirdi aynayı önüme. Dünyanın en güzel bandanasını aldım sana diye getirmişti ilk zamanlar. Ben o zaman da ağlamadım. Saçlarım dökülmüştü. Ama benim kardeşimin de saçı yoktu ki zaten. Şimdi tam kardeşimin ablası olmuştum.

Sonra ben bilirim ki kızlarının saçı dökülünce annelerin de bir gün içinde bütün saçları dökülürmüş.
Saçlarımın artık elime gelmediği günün ertesinde annem başında bir şapkayla girdi artık evim olan hastane odasına. Şapka anneme çok yakışmıştı. Her şey yakışır benim anneme.

Sonra sana sürprizim var bak! dedi. Çok mutlu olmuştum... Annemin de saçları benimkilerin döküldüğünü anlayıp kıskanmıştı belli ki. Anneme öyle söylemedim tabi. Annemin simsiyah beline kadar saçları birden dökülmüş. Çok mutlu olmuştum o gün. Annem, kardeşim ve ben artık saçsızdık ama hepimizin farklı renklerde bandanası vardı. Kırmızıydı benimki. Kırmızı salıncağı hatırlatırdı bana. Rüyalarımda hep gördüğüm salıncak... Çok severdim kırmızıyı.

Bazen yatmaktan canım sıkılırdı o zaman pencerenin kenarına götürürdü annem beni. Dışarısı yemyeşil. Camı açar rüzgarın yüzüme çarpışına keyif alarak izin verirdim. Ben rüzgarı da çok severdim. Sallanırken hep rüzgar çıkardı. Saçlarım da severdi rüzgarı. Şimdi yok onlar ama kırmızı bandanamda seviyor rüzgarı. Temiz havayı içime çeker oh derdim. Ne güzel bir gün.

Bir gece fazlaca halsiz hissettim kendimi. Parmağımı kımıldatacak halim kalmamıştı sanki... Sanki biri bana hadi rüyanda ki kırmızı salıncağa gidiyoruz dese yatağımdan fırlayıp gidemeyecek gibiydim. Sonra ki geceler devam etti böyle… Hastalığım birazcık kötüye gitmiş ama hastalıklar iyiye gitmeden önce hep önce öyle kötüye gidermiş biraz.

-Şimdi kötü hissettiğini biliyorum. Ama bu son acılar. Sonra hiç bir üzüntün kalmayacak hastaneden de çıkacağız. Bir daha bu hastaneye asla geri dönmeyeceğiz.

Kızmıştım anneme.
-Dönelim hemşire ablalarım vardı burada. Onlar benim canımı acıtırlardı zaman zaman ama ben ziyarete gelirdim onları...

Herkes korkuyla bakar olmuştu yüzüme... Annem bile. Annem ağlamıyordu artık.
 Annem ya cesur olmuştu ya da abla olmuştu diye düşündüm içimden. Ama düşündüklerimi söyleyecek kadar iyi hissetmiyordum kendimi. Söyleyemedim.

Sonra bir sabah kolumdaki serumu çıkardılar. Doktorlar ve hemşireler bana sıkıca sarıldı koklayarak. Merak etmeyin geleceğim ziyarete dedim içimden ama… Duymadılar beni.

Sonra annem sarıldı sıkıca. Annem bu sefer hiç durmadan ağlıyordu. Minik kardeşim her şeyden habersiz bana bakıyordu... İlk defa izin vermişlerdi bu kadar uzun hastane odamda kalmasına... Ağlayan anneme ağlama annecim cesur ol bak ben cesurum demek istedim. Yine sesim çıkmadı. Duyuramadım kendimi.

Sonra onlar beni bırakıp çıktılar hastane odasından. İyileştim artık diye düşündüm. Kendimi daha iyi hissediyordum hem... Koşa koşa kırmızı salıncağımı aramaya gittim. Hastaneden çıkar çıkmaz uçurumun kenarında kırmızı bir salıncak vardı. İnanamadım bir an yine rüyadayım zannettim. O kırmızı salıncak benim rüyalarımdakinin aynısıydı. Biri gizlice rüyalarımı izlemiş olmalı diye düşündüm.

Koşarak gittim yanına bindim sallandım sallandım. Ölüm hissi böyleyse dedim, ben ölümü çok sevdim. İçimde bir öne bir arkaya gittikçe esen rüzgar... En mutlu anlarımı yaşattı bana. Sonra biraz yükseldi salıncağım olduğu ağacın tepesine… Daha heyecanlı sallanmaya devam ettim. Biraz daha biraz daha derken ne kadar cesur olduğumu bir kez daha hissettim. Korkusuzca aşağıya baktığımda havada uçuşan kırmızı bandanamı gördüm...

Ve artık bir şey daha biliyordum.

Ölüm cesur ablaların hiç korkmayacağı bir şeydi.



Ecem Yılmaz

zaman

Çözmek isterken seni akıyor zaman

Zaman nefes alışverişlerin kadar soğuk

Zaman bi adım öncesini hatırlatır gibi ıslak

Sen zamanın öldürdüğü çocuk

Ben çalan her şarkının güftesi olmuş seyre daldığın kızıl kara

Sorma bana geçmişi

Yarınım ve bugünümle geldim sana

Sorgusuz sualsiz.

Açıklaması olamaz bu boş vermişliğin

Sözler can yakar çocuk

Sözler hayal kurar

Sözler getirir seni bana

Akşam saatlerinin kızıllığı içinde kaybolmuşş güneş gibi

Seyre dalmak isterken gözlerin kamaşır gibi

Sormak isterken boğazın düğümlenir gibi

Yorgun

Ama kararlı

Üflediğim tüm mumlardaki dileğim olur birden

Sonra yüzümde minik bi tebessümüm

En güzel en sevdiğim

Hep siyahla dans eden beyaz gibi

Hep kirlenmiş yanında ama tertemiz gibi

Mis kokunu ciğerlerimde hisseder gibi

Gel desem gelicek gibi..

Git desem gitmycek gibi.

Hiç gitmesin istediğim gibi.

Profesyonel-Acıklı Komedi

Oyun bir daktilo sesiyle başlar. Tiyatronun bayıldığım kokusu ve daktilo sesi  ilk anda nasıl bir lezzetle karşılaşacağım konusunda beni uyarmaya başlar.
Ve o tok sesiyle Yetkin Dikinciler..
Vurgular inişler çıkışlar gerçek bir oyuncu karşısında büyülenmiş gözlerle izlemeye başlarım oyunu.
Bu arada seyirciyle diyloglarda gerçekten takdire şayan. Sorulu cevaplı seyirci diyaloğu bittikten sonra sıra Bülent Emin Yarar'a gelir. Büyük bir aşkla oynar ve izletir..
Daha önce sahnede izleme fırsatını yakalayamadığım oyuncuların oyun şölenini izlemek çok büyük bir keyif.
Bir oyun  30 sn önce kahkaha attırırken 30 sn sonra hüngür hüngür ağlatabilir mi ? Uzun zamandır bu kadar içten gülmemiştim. Ve bu kadar hıçkırarak ağlamamıştım.
Oyunda geçen diyalogta da dediği  gibi Bülent Emin Yarar'ın "Profesyonel" tam anlamıyla bir acıklı komedidir.
İnce espirileri zaman zaman sert dokundurmaları açıkcası bir tiyatro da olması gereken her şeyi ile muhteşem..
muhteşem bir oyunculuk..
muhteşem bir sahne..
muhteşem bir kurgu...
Ecem YILMAZ