25 Haziran 2012 Pazartesi

2 ölü 1 yaralı



Kelimelerin gücüne inandığı kadar hiçbir şeye inanmamıştı belki de.
Ne bir ses ne bir nefes.
Sadece kelimelerdi onu bağlayan.
Fütursuzca kurulmuş cümleler, serzenişler…
Sonra bir gün sustum.
Korka korka, yalnızlığımı kanırta kanırta sustum.
Göz yaşı dökmez, ağıtlar yakmaz oldum.
Acıyı gerçekten hissedince solarmış ya bütün kelimeler. Öylesine işte.
Acılar bütün benliğimi kapladı . Kimseye anlatamadım. Söylenecek bütün sözleri harcamıştı çünkü yürek birkaç adım ötede.
Özgürlük dedim koşa koşa. Her adım biraz daha özgürleştirdi ruhumu.
Sonra o da yetmez oldu.
Uçmak istedim.
Kanatlarımı çocukken kopardıklarını unutarak, uçmak istedim.
Çıktım bir dağın zirvesine.
Açtım hala benim sandığım kanatlarımı.
Bıraktım kendimi boşluğa.
Düşüşümü izledim uzaktan.
İçimde fırtınalar koparken kanatlarım geldi aklıma.
Yıllar önce koparttıkları kanatlarımı savuramadım.
Kollarım yetmezdi ki beni havada tutmaya.
Sonra çaresizliği aradım.
Yanı başımdaydı.
Akrandık onunla.
Aynı gün açmıştık dünyaya gözlerimizi.
Sımsıkı sarıldım ona düşerken.
"Beni hiç bırakma." der gibi.
Sonra bir haber düştü gazetelere.
2 ölü 1 yaralı
Çaresizliğim ve ben ölmüşken
Yalnızlık hala yaşamak için can çekişiyordu.

25.06.2012

3 Mayıs 2012 Perşembe

Bir Garip Ecem


Elimde sürekli bir kitapla dolaşmam bir şeyler bildiğim anlamına gelmez. Aslına bakarsanız hiçbir halt bildiğimde yoktur. Yani kitabı elime alırım, okurum, beğenirim. Hepsi bu.
Yapılması gereken çoğu çıkarımları çıkartamıyorum gibi de geliyor zaten. Ya da ovvv bu kitap muhteşemdi hayatımın geri kalanını buna göre yönlendirmeliyim de demedim. Kendimden bir şeyler bulmuşumdur. Yazara hayranlıkla karışık aşık olmuşumdur belki, o kadar.
İzlediğim filmler, gittiğim tiyatro oyunları sadece beni mutlu ettiği için hayatıma girmişlerdir.
Carpe diem! O anımı keyif alarak geçirmişsem gerisi laf-ü güzaftır yani.
Kimseye zarar vermemeye çalışan ancak artık sadece kendisi için hareket etmeye çalışan bir insan olup çıktım uzun zamandır.
Neyse lafı çok fazla uzatmış olmalıyım. Bugün katıldığım bir sergiden bahsetmek istiyordum aslına bakarsanız.
Biraz egoistçe şeylerden bahsetmiş olabilirim. Zaman zaman eleştirdiğim insanlar olmuştur ne çok kendisini anlatıyor diye, laf aramızda hiç de sevmem öyle tipleri. Bazen ben de benzesem de onlara.
-          -Ben şöyle zekiyim aslında
-          -Orada öyle güzel laflar ettim ki herkes bana hayran kaldı.
-          -Bizde para çok gibi vs vs.
Eğer sizde böyle tiplerdenseniz bilin ki sizden de haz etmiyorumdur ama kibarlığımdan katlanıyorumdur.
Bugün katıldığım sergi diyordum. Sergi asmalı mescitteydi. Bilenler bilir.
Mescitin kelime anlamı : Minaresiz küçük camidir.
Ancak Taksim’de ki bizim Anadolu’da yıllardır bilinen mescidimiz; içilip türlü haltların yenildiği, ayyaşların kapısını aşındırdığı, bira kokularından sarhoş olduğunuz bir yere dönüşmüş olan bir “Mescit”tir.
Neyse bugün gördüğüm manzaralar benim dünyamın ufacık minicik olduğuna işaret eden cinstendi.
Topuklu ayakkabım ve ben dünyanın en kötü çiftiyizdir zaten.
Yönetmen Mustafa Altıoklar’ın da katıldığı 1 oda 1 salondan oluşan sergi yönetmenin hobileri arasında sergi yönetme olduğunu da açık etmişti bana elinden düşürmediği kamerasıyla.
Bana göre değilmiş insanların elinde ki şarap kadehleriyle dolaştıkları sergiler bunu anlamış oldum.
Burada her şeyi anlatmaktan vazgeçtim. Diyeceğim o ki ben hiçbir zaman elimde ki kitabın ötesine geçemeyeceğim.

Ecem YILMAZ
03.05.2012

1 Mayıs 2012 Salı

Minik Gizem


Minik Gizem. Henüz 8 yaşında ikinci sınıf öğrencisi.

Bilgi Üniversiteli arkadaşlarımızın düzenlediği bir organizasyona dahil oldum geçen gün. Sokak sanatçıları, kukla gösterileri, dondurmacılar, macuncular, mısırcılar, her yerden yükselen müzik sesleri ve güneş bu şenliğin en güzel şeyleri arasındaydı. Şenlik üniversiteli arkadaşlarımızı eğlendirmek adına düzenlenmemişti tabii ki. Amaç baharın gelişini kutlamak, derslerin yorgunluğunu da unutmak değildi. Oradaki amaç; Çocuk Esirgeme Yurdu’nda ki kardeşlerimize bir gün de olsa yanlarında olduğumuzu göstermek, hayatın onlarda yaratmış oluğu acıları bir gün de olsa gölgelemekti.
Uzun bir bekleyişten sonra kardeşlerimiz geldi. Gönüllü abla ve ağabeylerinin ellerinden tutarak şenlik havasına kaptırdılar kendilerini.
3 saat terk edilmişliklerini unutarak geçirdiler bütün vakitlerini.
Benim kardeşim Gizem.
O henüz 8 yaşında. Bir de yuva da ağabeyi var o da henüz 12 yaşında. Bir ara yanımıza geldi kardeşini kaybetmekten korkarcasına. Onun emin ellerde olduğunu gördükten sonra rahatladı ve o da şenlik havasına geri döndü.
Minik Gizem 8 yaşında ki çoğu akranından daha olgun daha vakur tavırlar içerisindeydi.
Ne yapmak istediğini sorduğumda dondurma istedi ilk önce.
Sonra yarış yaptık. Minik bedeni hayatı yakalamak için büyük adımlarla koştu bir sağa bir sola. Kukla gösterisini izlerken onu arkada bekleyeceğimizi söylediğimiz de her gülüşünü bizimle paylaşmak ister gibi tebessümlerini dağıttı kalbimize.
Gizem’in hikayesini bilmiyorum. Onun orada olmasına sebep olan konuyu da. Ancak 8 yaşında bir çocuk hayatta bu şekilde terk edilmeyi hak edecek bir şey yapmış olamaz. Günahsız bir kız çocuğu.
Servisleri giderken yüzünde ki mutsuzluğu görmek bütün günün en kötü sahnelerinden biriydi.
“Sen 8 yaşında kocaman bir kızsın, böyle suratını asmamalısın. Hem gülmek sana ne kadar yakışıyor biliyor musun?”  tesellileri onun gülüşüne sebep olmuştu belki ama gerçek hiç de öyle değildi.
Onun bir kez daha terk edilişinin acısını gözlerinden okuyabilirdiniz. Sizi özleyeceğim dedi Medyayla bana. 3 saat, sadece 3 saat onunla güzel vakit geçiren ablalarını bile özleyecek olan Gizem’in sıcacık bir yuvaya olan özlemini nasıl tasvir edebilir kalemler.
Onlar gitti yuvasına. Bugün ne durumda olduğunu henüz bilmiyorum.
Orada o minik yüreklerle vakit geçiren abla ve ağabeylerinin bir üst model telefon alamadığı için mutsuz olduklarını anlayabilecek miydi Gizem?
Ya da akşam yemeğinde patlıcan olduğu için masada surat asmanın ne demek olduğunu bilebilir miydi?
Yeni sezon kıyafetlerle dolabını doldurup hala giyecek bir şeyinin olmadığından yakınmak nedir hiç düşünebilir miydi?
Bu seçeneklerden hiç biri gelemezdi ki Gizem’in aklına. Onun ne kadar güzel güldüğünü gören bizler bir kez daha utanmıştık kendimizden.
Sahip olduklarımızı düşünüp bir kez daha dolmuştu gözlerimiz.
Biz Gizem’i ziyarete gideceğiz ve bizim onu terk etmeyeceğimizi kanıtlayacağız ona.
Dünyanın sanıldığı kadar kötü bir yer olmadığını.
Bu hayatta güvenebileceği en azından bir kişi olduğunu.
Şimdi minik Gizem’i ve Gizemleri düşünerek en son mutsuz olduğunuz anı canlandırın gözünüzde.
Ve bir kez daha iç muhasebenizi yapın.
Gerçekten değer miydi?

15 Nisan 2012 Pazar

Michelangelo

Rönesans döneminin önemli heykeltıraş, ressam ve mimarlarından.  Bu yıl içinde kaç tane oyuna gittiğimi hatırlayamıyorum ancak izlediğim en iyi oyunlardan oyunculuklardan biri olduğunu itiraf edebilirim. Üsküdar da minicik bir sahne. Sıcacık. Dekorlar ve sahnelerin değişimini, üstadın resimlerinin duvarlara yansıyışlarının verdiği lezzetin tarifi yok.
Michelangelo hiç evlenmemiş ve zamanında herkes tarafından deli olmakla suçlanmış olan büyük bir sanatçı.
Bir zamanlar bir arkadaşım eşcinsel olabileceğini söylemişti. Oyun da eşcinselliğiyle ilgili bir bulgu olmamakla beraber heykelini yaptığı bütün Meryemlere aşık olması bu hipotezi çürütmüş olsa gerek.
Oyunun yazarı Irmak oyunu 22 yaşında bitirerek büyük bir başarıya imza atmış. Michelangelo’nun Davud heykelini 26 yaşında bitirdiğini de söylemeden edemeyeceğim. Ve 21 yaşında hala bir şey ortaya koyamadığımın öz eleştirisini yapmamak da ayıp olur sanırım.
Özgün müzikler ve Atilla Şendil’in bitmek bilmeyen enerjisi seyirciyi her an tetikte bir sonra ki sahneye hazırlar nitelikteydi.
Bu ara şizofreniye olan merakımı arttırdı oyun. Şizofreni hastalarını gözlemlemem sonucu ortaya çıkan müthiş yaratıcılık Michelangelo’da da her an göz önündeydi ve çizdiği resimlerle olan savaşı her an artmaktaydı.
Sevgiden anlamayan Michelangelo! Kim bilebilir senin için de yaşadığın müthiş aşkı? Bu aşk Meryem’e mi yoksa gariban köylüye mi yoksa Meryem’in rahmine İsa’yı bırakan Babaya mı bilinmez.
Düzene karşı gelişin sadece Papaya mı yoksa kendi içinde kendinle olan bir kavgan mı ?
Sanat iyi insanların becerebileceği bir şey olmadı hiçbir zaman derim hep. Sanat, normal insanların becerebileceği bir şey olamadı hiçbir zaman diyerek düzeltmekte yarar var.
Oyunda ki en önemli repliklerden olsa gerek:
-Ben bir köylüyüm sanattan anlamam.
Michelangelo’nun cevabı hepimizin düşünmesi gereken cinsten..
-Sanattan o büyük soylu adamlar bile anlamıyor.
Herkesin sanattan anlayabileceği sanat dolu günlerin şerefine bu gece ki bütün alkışlar.

Ecem YILMAZ    
14/04/2012

20 Mart 2012 Salı

Bizim çocukluğumuz da..


Bizim çocukluğumuz da – eskiden şöyleydi diyecek kadar uzun zaman geçmedi belki hatıraların üzerinden ama teknoloji çağının çocuklarıyla aramızdaki farkı aktarmak istiyorum sadece.
Bizim çocukluğumuz da süre kısıtlamaları akşam ezanıyla birdi. Akşam ezanı okunur okunmaz evlerimize dağılırdık. Kimsenin çağırmasına gerek yoktu bizi. Belki de bize dayatılan en güzel şeylerden biri. Şimdi çocuklar ezan sesi duyamaz oldular. Şimdi ki çocuklar sokağa çıkmanın tadına varamaz oldular.
Annelerimiz korkmazdı aç kalacak diye karşı komşu Semra teyze mutlaka bir şeyler yedirirdi bize. Hem Ayşe teyzelerde bahçe de yerlerdi yemeklerini oradan geçerken bizi de buyur ederlerdi.
En büyük servetimiz oyunda kazandığımız tasolarımızdı. 50 kuruşluk cipsten çıkan tasolar eğer işini biliyorsan 100 lerce ye çıkardı. Biraz erkek Fatma olan biri olarak ben biliyordum galiba ki o hazinemle daha geçenlerde vedalaşabildim.
Şimdi ki gibi 100 küsür liralık oyunlar satın almazdık belki ama 100 lira verseler de değişmeyeceğimiz bilyelerimiz vardı.
Bizim zamanımızda yazları güneş birazcık tepeden inince yaptığımız bisiklet yarışmalarımız vardı.
Her şeyi parayla satın almazdık. Mahalle başlarında çeşmelerimiz vardı. Suyumuz bedavaydı. Çeşmenin başında ellerimizi dayayarak kana kana içerdik kökez suyumuzdan.
Su da bizimdi çamurda.
Annelerimiz kızmazdı çamurlaşan kıyafetlerimize. Mikrop kaparız diye de korkmazlardı. Çocuktuk tabii oynayacaktık.
Bizim zamanımızda dizlerimizde yaralarımız vardı. Hala bir kaçının izi durur. Kanatır kanatır ağlamazdık. Gözlerimiz dolardı ama ağlamazdık işte. Sonra tam bir yara kapanırken bir yenisi olurdu.
Biz annelerimizin canını sıkmazdık canım sıkılıyor diye bir taş bulur sek sek oynardık sıkılırsak kaydırak.
Koşardık sonra doya doya. Terlerdik ama hasta olmazdık.
Bazı yaz geceleri sadece oturur yıldızları izlerdik. O zaman bir sürü yıldız vardı gökyüzünde. Hem kapatmazdı hiçbir bina onların önünü. Sonra biri kayar ve dilek dilerdik.
Çimende yuvarlanınca bulaşan lekeler çıkmaz diye terslemezdi annelerimiz bizi. Doya doya uzanırdık çimenliklere mis gibi kokarlardı.
Sonra yağmurlar da güzel olurdu biz çocukken. Yağmurdan da kaçmazdık. Ardından gelecek toprak kokusuna bayılırdık çünkü hepimiz.
En büyük teknolojimiz evimizde ki atariydi. Ama hiçbir zaman yan apartmanda ki arkadaşımıza tercih etmedik oyunlarımızı. O zili çalıp bizi çağırdığında oyun yarıda da kalsa koşa koşa giderdik saklambaç oynamaya.
Kışları güzel olurdu kar yerdik biz siz yer miydiniz bilmiyorum. Ellerimiz soğuktan acıyana kadar gelmezdik eve.
Bizim zamanımız da sobalarımız vardı gürül gürül yanardı soğuk kış günlerinde üzerinde kestaneler pişirirdik. Sonra portakal kabukları koyardık mis gibi kokardı. Hiçbir kalorifer o kadar ısıtmadı içimizi bir daha.
Kömür kokardı mis gibi çıralar kokardı odamız.
Ağaçlarımız da vardı bizim. Çocukluğumla ilgili pazardan alınan meyve hatırlamamak en büyük lükslerden olsa gerek. Bütün gün ağaç tepelerinde doyururduk karnımızı taptaze kirazlarla.
Pikniklerimiz olurdu sonra baharın gelişini öyle kutlardık biz. İpimizi topumuzu alır sığışır giderdik yemyeşil yerlere. Derelerimiz de vardı bizim çocukken götürdüğümüz karpuzları orada soğuturduk.
Maçlarımız arka mahalleyle olurdu bilmem hangi şehirdeki tanımadığımız yaşını adını bilmediğimiz insanlarla muhatap olmazdık bilgisayarlarda.
Biz küçükken mahallemizin ağabeyleri olurdu bir de. Mahallenin delikanlıları. Köşe başlarında da beklemezdi onlar ama ne zaman başka sokaktan biri bize bir şey yapacak olsa onlar hemen meydana çıkar korurdu bizi.
Şimdi bunların hiç biri yok. Çocuklar oksijensiz evlerinde bilgisayarların başından ayrılmadan geçiriyorlar en güzel yıllarını.
Peki bu koca uçurumun sorumlusu kim? Sorusunu sormadan edemiyor insan.

15 Mart 2012 Perşembe

Arayış

Bulduğumu sanmaktan ziyade umduğumu aramaktayım der Üstad. Buldum dediğim an kaybettiğim şeyden bahsediyor belki de bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğim. Arıyorum çaresizce. Sonunu bilemeden. Merakla ve sabırla. Sabır yetim çocukların doğuştan öğrendiği bir şey olsa gerek. Sabrı öğreten bin bir tane vesvesenin içinde kaybolmak doğan güneşe hep yüzünü dönmeye çalışmak. Konuşmak araştırmak oldu bu aralar. Sonra konuşamamak kaçmak hep kaçmağa dönüştü. Neyden ve kimden kaçtığım çok aşikardı aslında. Nasıl kaçabilirdim ki kendimden. Aynaya her baktığımda gördüğüm o değil miydi? Ayna bütün yalanları yalanlar gibi yüzüme her seferinde vurmaz mıydı acı gerçeği?
Kendimle girdiğim savaş aslında nefsimle olan değil miydi? Gözlerimi her kapatışım O’na açılan yeni bir yol olmayacak mıydı? Güneş her gün yeniden doğacak ardından gelecek gece yer yüzünü bütün siyahlığıyla örtmeyecek miydi?
Kendiyle olan savaşta hep kaybeder mi insan? Yalnızlığına sarılıp kabul ne zaman edilir hiçliği. Hiçlik sonsuzluğa açılan yeni bir kapı değil midir zaten.
Sonsuzluğa olan merak herkesten uzakta mı? Kimseyle konuşmadan mı kavuşabiliriz mucizevi gerçeğe.
Dünyevi aşk ne zamandan beri İlahi aşka dönüşmüştü? Çok uzak değil bu cevap 3-5 ay belki de.
Mecnun’nun karşısına Leylayı getirdiklerinde Mecnun’un aşık olduğu Leyla’nın o olmadığını söylediği an ne büyük andır. Ne büyük nimettir Mecnun için.
Hangilerimiz o nimetle ödüllendirileceğiz? Daha ne kadar yol var? Yolun sonu nereye çıkıyor bilmek istemiyor mu üç beş kişiden fazlası?
Gereksiz yapılan her muhabbet sızlatmıyor mu senin içini de ? Gereksiz muhabbetler mi beni bu noktaya getirdi yoksa? Yoksa onlar mı uzattı yolumu?
Arayış. Sonsuzluğu.. Sabırla. Bulacağına inandığı bir şeyi sonsuza kadar aramaktan neden vazgeçer insanoğlu?
Arayacağım ve buldum demeyeceğim hiçbir zaman. Belki o zaman tadarım aşkın şarabından. Belki o zaman kavuşurum sonsuz huzura.

27 Şubat 2012 Pazartesi

ensest gerçeği

Geçenlerde bir film izledim. Yuva isimli bir film. Filmden çıkınca kanım çekilmişti. Belki de daha yolun çok başında olduğumdan bilmiyorum. Film değil bir belgeseldi aslına bakarsanız. Tecavüz, ensest, taciz, istismar, pedofili ilk orda bu kadar açık açık göstermişti bana çirkinliğini. O genç kız gibi ergenliğe yeni girdiğim zamanlar öğrenmemiştim . Ya da 4 yaşlarında ki kız çocuğu kadar şanssız değildim. 9 yaşındaki –erkek çocuğu-nun duygularını da bilemezdim. Ama paylaşabilirdim. Ben daha geçtiğimiz gün bir filmden öğrendim bu tanımların insanın kanını nasıl dondurduğunu. Dayısının tecavüz ettiği bir kız uzun yıllar aseksüel olduğu fikriyle yaşamış. En korktuğu soru ise “Bir sırrın var mı?” olmuş. 4 yaşında ki minik kız çocuğu babası tarafından defalarca tecavüze uğramış. O yetmezmiş gibi babasının gözü önünde başka adamlarında tecavüzüne uğramış ve çocuk pornosu denilen iğrenç randa her şeyden habersiz girivermiş. 9 yaşında ki minik erkek çocuğu. Abisi tarafından tecavüze uğramış. O şuanda homoseksüel ve kimse onu bu tercihinden dolayı suçlayamaz. Üstelik o abi kız kardeşine de defalarca tecavüz etmiş.
O kadar trajik hikayeler(!) ki bunlar. Sorun şu ki; hikaye değil hiç biri. Gerçek hayat. Bize çok uzakmış gibi görünen aslında burnumuzun dibinde olan gerçek hayatlar.
Genç kız dayısının tecavüzünü annesine söylediğinde ise annesi sadece birkaç gün ağlıyor ve her şey kaldığı yerden devam etmeye başlıyor. Bunun sebebi de annesinin de küçükken abisinin tacizine ve tecavüzüne maruz kalmış olması.
İşin sorgulanması gereken bir başka boyutu ise annesi bütün her şey bilmesine rağmen kızına bayramlarda kandillerde dayısını aramasını öğütlüyor olması.
Nedendi  bu korku ? Kimdendi ? Ön yargılar, mahalle baskısı, rezil olurum düşüncesi ne zamandan beri bizim, kızımızın, en yakınımızın hayatından daha önemli oldu?
Gazetelerde ensest ilişkiye dair haber yapma yasağı özendirmemek için mi kol kırılır yen içinde kalır atasözümüzü devreye sokma arzusundan mıydı ?
Bu minik yürekler büyüdüklerinde gerçek bir ilişki yaşayamamalarının sorumlusu olarak neyi göstereceklerdi ?  Sadece amca dayı abi ve babayı mı ? Yoksa yıllarca kimseye anlatamamış olmanın verdiği sorumluluğu omuzlarında taşımış olmalarını mı ?
Meseleye kuyruk sallama gözüyle bakan insanlar olduğu sürece bu sorunlar nasıl aşılacak?
“Mahalle baskısı” daha ne kadar bu suçları cezasız bırakacak?
Ben düşündüm ve çözüm bulamadım. Farkındalık sağlamaksa önemli olan bu farkındalığı hep birlikte sağlayabiliriz.
Burada anlatılan sorun kendisini tatmin etmeye çalışan cinsel ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan bireyler değil ciddi psikolojik sorunlardır.
Psikolog adayı olarak benim ilerde bu insanları topluma kazandırmak için yapmam gerekenler nedir sorusunu sorduran film kafa karışıklığımı daha da arttırmış bulunmaktadır.

Ecem Yılmaz