Bizim çocukluğumuz da – eskiden şöyleydi diyecek kadar uzun zaman geçmedi belki hatıraların üzerinden ama teknoloji çağının çocuklarıyla aramızdaki farkı aktarmak istiyorum sadece.
Bizim çocukluğumuz da süre kısıtlamaları akşam ezanıyla birdi. Akşam ezanı okunur okunmaz evlerimize dağılırdık. Kimsenin çağırmasına gerek yoktu bizi. Belki de bize dayatılan en güzel şeylerden biri. Şimdi çocuklar ezan sesi duyamaz oldular. Şimdi ki çocuklar sokağa çıkmanın tadına varamaz oldular.
Annelerimiz korkmazdı aç kalacak diye karşı komşu Semra teyze mutlaka bir şeyler yedirirdi bize. Hem Ayşe teyzelerde bahçe de yerlerdi yemeklerini oradan geçerken bizi de buyur ederlerdi.
En büyük servetimiz oyunda kazandığımız tasolarımızdı. 50 kuruşluk cipsten çıkan tasolar eğer işini biliyorsan 100 lerce ye çıkardı. Biraz erkek Fatma olan biri olarak ben biliyordum galiba ki o hazinemle daha geçenlerde vedalaşabildim.
Şimdi ki gibi 100 küsür liralık oyunlar satın almazdık belki ama 100 lira verseler de değişmeyeceğimiz bilyelerimiz vardı.
Bizim zamanımızda yazları güneş birazcık tepeden inince yaptığımız bisiklet yarışmalarımız vardı.
Her şeyi parayla satın almazdık. Mahalle başlarında çeşmelerimiz vardı. Suyumuz bedavaydı. Çeşmenin başında ellerimizi dayayarak kana kana içerdik kökez suyumuzdan.
Su da bizimdi çamurda.
Annelerimiz kızmazdı çamurlaşan kıyafetlerimize. Mikrop kaparız diye de korkmazlardı. Çocuktuk tabii oynayacaktık.
Bizim zamanımızda dizlerimizde yaralarımız vardı. Hala bir kaçının izi durur. Kanatır kanatır ağlamazdık. Gözlerimiz dolardı ama ağlamazdık işte. Sonra tam bir yara kapanırken bir yenisi olurdu.
Biz annelerimizin canını sıkmazdık canım sıkılıyor diye bir taş bulur sek sek oynardık sıkılırsak kaydırak.
Koşardık sonra doya doya. Terlerdik ama hasta olmazdık.
Bazı yaz geceleri sadece oturur yıldızları izlerdik. O zaman bir sürü yıldız vardı gökyüzünde. Hem kapatmazdı hiçbir bina onların önünü. Sonra biri kayar ve dilek dilerdik.
Çimende yuvarlanınca bulaşan lekeler çıkmaz diye terslemezdi annelerimiz bizi. Doya doya uzanırdık çimenliklere mis gibi kokarlardı.
Sonra yağmurlar da güzel olurdu biz çocukken. Yağmurdan da kaçmazdık. Ardından gelecek toprak kokusuna bayılırdık çünkü hepimiz.
En büyük teknolojimiz evimizde ki atariydi. Ama hiçbir zaman yan apartmanda ki arkadaşımıza tercih etmedik oyunlarımızı. O zili çalıp bizi çağırdığında oyun yarıda da kalsa koşa koşa giderdik saklambaç oynamaya.
Kışları güzel olurdu kar yerdik biz siz yer miydiniz bilmiyorum. Ellerimiz soğuktan acıyana kadar gelmezdik eve.
Bizim zamanımız da sobalarımız vardı gürül gürül yanardı soğuk kış günlerinde üzerinde kestaneler pişirirdik. Sonra portakal kabukları koyardık mis gibi kokardı. Hiçbir kalorifer o kadar ısıtmadı içimizi bir daha.
Kömür kokardı mis gibi çıralar kokardı odamız.
Ağaçlarımız da vardı bizim. Çocukluğumla ilgili pazardan alınan meyve hatırlamamak en büyük lükslerden olsa gerek. Bütün gün ağaç tepelerinde doyururduk karnımızı taptaze kirazlarla.
Pikniklerimiz olurdu sonra baharın gelişini öyle kutlardık biz. İpimizi topumuzu alır sığışır giderdik yemyeşil yerlere. Derelerimiz de vardı bizim çocukken götürdüğümüz karpuzları orada soğuturduk.
Maçlarımız arka mahalleyle olurdu bilmem hangi şehirdeki tanımadığımız yaşını adını bilmediğimiz insanlarla muhatap olmazdık bilgisayarlarda.
Biz küçükken mahallemizin ağabeyleri olurdu bir de. Mahallenin delikanlıları. Köşe başlarında da beklemezdi onlar ama ne zaman başka sokaktan biri bize bir şey yapacak olsa onlar hemen meydana çıkar korurdu bizi.
Şimdi bunların hiç biri yok. Çocuklar oksijensiz evlerinde bilgisayarların başından ayrılmadan geçiriyorlar en güzel yıllarını.
Peki bu koca uçurumun sorumlusu kim? Sorusunu sormadan edemiyor insan.