9 Eylül 2012 Pazar

Kelimeler kafi



Süslü kelimelerim yoktu belki ama ucu sana dokunan yalın cümlelerim vardı.
Çocukluğumdan kalma birkaç göz yaşı
Birkaç bavul
Korkusuzca yürüdüğüm yollarım oldu sonra
Hep en iyi bildiğim ama hiç sevmediğim gitmelerim
Sonra büyüdüm.
Göz yaşlarım aynı
Yollar aynı
Gelenler ?
Onlar güzeller.
Birkaç tanıdık.
Kurumayan birkaç damla yanaklarımda.
Hayaller kurduğum güzel insanlar
Hayata bağlayan birkaç samimi cümle
Süslü kelimelerim yoktu belki ama
Kurduğum cümleler gibi yalın sever miydin beni yine de ?

09.09.12
00.52

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Yolunuz düşerse bir gün


21 yaşında bir genç.
Hayal yok ümit yok çare yok.
Sadece oturup eski sevgilimi düşünüp dertlensem iç çeksem  öyle sudan sıkıntılarım olsa.
Sıkıldım koşturmacalarımdan.
Sıkıcı somurtkan bir kız oldum çıktım.
Başımı yastığa koyduğum zaman yarını düşünmeden uyusam mesela
Dünya işleriyle bu kadar uğraşmak zorunda kalmasam.
Hayalini kurduğum meslek için çabalamaya mecalim kalmadı desem mesela size?
En son çocukken hayal kurmuş olabileceğim için mi seçtim acaba bölümümü ?
Sonra belki unutmuşumdur hayal kurmayı olamaz mı?
Yani bir köşeye çekilmiş eline kitap almış azcık ukala bir kız çocuğuna düşerse yolunuz bir gün.
Sessizce geçin karşısına.
Bir sigara da siz yakın.

ecmylmz
27 ağustos
23.02

7 Ağustos 2012 Salı

Hiç olsam



Bir kuzu olsaydım eğer ben, arkadaşlarınla bir gün şehrin kalabalığından uzaklaşmak için gittiğin köylerden birinde karşına çıkardım. Sürüyü takip etmek için paytak paytak koşardım. Minicik olurdum muhtemelen. Sen arabadan iner bembeyaz tüylerimi okşardın benim.

Mesela bir şeker olsaydım, çocukken bakkaldan aldığın o en sevdiklerinden olurdum. Yıllar sonra hiç ummadığın bir yerde karşına çıkar çocukluğunu hediye ederdim sana. Yıllardır görmemiş olurdun belki beni ama daha dün arta kalan 10 kuruşla almışsın gibi hissettirirdim.

Bir koku olsaydım eğer süt kokardım. Annesini yeni emmiş bebeğin saçlarındaki koku olurdum. Belki bir ziyarette karşına çıkardım, belki aşık olduğun kadının kucağında. Ama o kokuyu duyunca huzur hissederdin işte.

Mesela  bir kitap olsaydım, her seferinde tekrar tekrar başladığın ama bir türlü sonunu getiremediğin  kitap olurdum. Sayfalarımı her seferinde yeniden yeniden koklar dururdun. Her seferinde aynı satırlarımı tekrar tekrar okurdun.

Bir şarkı olsaydım eğer, yıllar sonra sarhoş gittiğin sahilde çalan şarkı olurdum. Öyle duygulandırırdım ki seni her seferinde daha büyük yudumlardın biranı.

Bir yemek olsaydım eğer her şey bittikten sonra yediğin tatlı değil, karnın en açken kaşıkladığın çorban olurdum. Karnını ben doyururdum. İçini ben ısıtırdım.

Bir uzaylı olsaydım eğer senin evinin çatısına konar ilk seninle dost olurdum. Dünyayı yine seninle sever, yine seninle mutlu olurdum.

Mesela bir isim olsaydım ağzından düşmeyen, en sevdiğin olurdum. Hep bana varırdı cümlelerin.

Bir damla gözyaşın olsaydım eğer en büyük günahına tövbe ederken yanağından süzülen olurdum. Bütün kötülükleri alırdım senden ve yavaşça kurur giderdim.

Bir tebessüm olsaydım eğer, o en sevdiğin filmde içinde hissettiğin buruklukla birlikte dudağının kenarına konardım. Hem için acır hem her şeye rağmen beni saklayamazdın.

Ben bir söz olsaydım eğer hep o son cümleden sonra ilave etmek istediğin ama söyleyemediğin olurdum. İçine karışırdım, kan akışını hızlandırırdım ama hep mahremin olurdum.

Bir dua olsaydım. Konsaydım kalbine. Gerçek olmazdım belki ama,    

Belki de olurdum.

07-08-12

25 Haziran 2012 Pazartesi

2 ölü 1 yaralı



Kelimelerin gücüne inandığı kadar hiçbir şeye inanmamıştı belki de.
Ne bir ses ne bir nefes.
Sadece kelimelerdi onu bağlayan.
Fütursuzca kurulmuş cümleler, serzenişler…
Sonra bir gün sustum.
Korka korka, yalnızlığımı kanırta kanırta sustum.
Göz yaşı dökmez, ağıtlar yakmaz oldum.
Acıyı gerçekten hissedince solarmış ya bütün kelimeler. Öylesine işte.
Acılar bütün benliğimi kapladı . Kimseye anlatamadım. Söylenecek bütün sözleri harcamıştı çünkü yürek birkaç adım ötede.
Özgürlük dedim koşa koşa. Her adım biraz daha özgürleştirdi ruhumu.
Sonra o da yetmez oldu.
Uçmak istedim.
Kanatlarımı çocukken kopardıklarını unutarak, uçmak istedim.
Çıktım bir dağın zirvesine.
Açtım hala benim sandığım kanatlarımı.
Bıraktım kendimi boşluğa.
Düşüşümü izledim uzaktan.
İçimde fırtınalar koparken kanatlarım geldi aklıma.
Yıllar önce koparttıkları kanatlarımı savuramadım.
Kollarım yetmezdi ki beni havada tutmaya.
Sonra çaresizliği aradım.
Yanı başımdaydı.
Akrandık onunla.
Aynı gün açmıştık dünyaya gözlerimizi.
Sımsıkı sarıldım ona düşerken.
"Beni hiç bırakma." der gibi.
Sonra bir haber düştü gazetelere.
2 ölü 1 yaralı
Çaresizliğim ve ben ölmüşken
Yalnızlık hala yaşamak için can çekişiyordu.

25.06.2012

3 Mayıs 2012 Perşembe

Bir Garip Ecem


Elimde sürekli bir kitapla dolaşmam bir şeyler bildiğim anlamına gelmez. Aslına bakarsanız hiçbir halt bildiğimde yoktur. Yani kitabı elime alırım, okurum, beğenirim. Hepsi bu.
Yapılması gereken çoğu çıkarımları çıkartamıyorum gibi de geliyor zaten. Ya da ovvv bu kitap muhteşemdi hayatımın geri kalanını buna göre yönlendirmeliyim de demedim. Kendimden bir şeyler bulmuşumdur. Yazara hayranlıkla karışık aşık olmuşumdur belki, o kadar.
İzlediğim filmler, gittiğim tiyatro oyunları sadece beni mutlu ettiği için hayatıma girmişlerdir.
Carpe diem! O anımı keyif alarak geçirmişsem gerisi laf-ü güzaftır yani.
Kimseye zarar vermemeye çalışan ancak artık sadece kendisi için hareket etmeye çalışan bir insan olup çıktım uzun zamandır.
Neyse lafı çok fazla uzatmış olmalıyım. Bugün katıldığım bir sergiden bahsetmek istiyordum aslına bakarsanız.
Biraz egoistçe şeylerden bahsetmiş olabilirim. Zaman zaman eleştirdiğim insanlar olmuştur ne çok kendisini anlatıyor diye, laf aramızda hiç de sevmem öyle tipleri. Bazen ben de benzesem de onlara.
-          -Ben şöyle zekiyim aslında
-          -Orada öyle güzel laflar ettim ki herkes bana hayran kaldı.
-          -Bizde para çok gibi vs vs.
Eğer sizde böyle tiplerdenseniz bilin ki sizden de haz etmiyorumdur ama kibarlığımdan katlanıyorumdur.
Bugün katıldığım sergi diyordum. Sergi asmalı mescitteydi. Bilenler bilir.
Mescitin kelime anlamı : Minaresiz küçük camidir.
Ancak Taksim’de ki bizim Anadolu’da yıllardır bilinen mescidimiz; içilip türlü haltların yenildiği, ayyaşların kapısını aşındırdığı, bira kokularından sarhoş olduğunuz bir yere dönüşmüş olan bir “Mescit”tir.
Neyse bugün gördüğüm manzaralar benim dünyamın ufacık minicik olduğuna işaret eden cinstendi.
Topuklu ayakkabım ve ben dünyanın en kötü çiftiyizdir zaten.
Yönetmen Mustafa Altıoklar’ın da katıldığı 1 oda 1 salondan oluşan sergi yönetmenin hobileri arasında sergi yönetme olduğunu da açık etmişti bana elinden düşürmediği kamerasıyla.
Bana göre değilmiş insanların elinde ki şarap kadehleriyle dolaştıkları sergiler bunu anlamış oldum.
Burada her şeyi anlatmaktan vazgeçtim. Diyeceğim o ki ben hiçbir zaman elimde ki kitabın ötesine geçemeyeceğim.

Ecem YILMAZ
03.05.2012

1 Mayıs 2012 Salı

Minik Gizem


Minik Gizem. Henüz 8 yaşında ikinci sınıf öğrencisi.

Bilgi Üniversiteli arkadaşlarımızın düzenlediği bir organizasyona dahil oldum geçen gün. Sokak sanatçıları, kukla gösterileri, dondurmacılar, macuncular, mısırcılar, her yerden yükselen müzik sesleri ve güneş bu şenliğin en güzel şeyleri arasındaydı. Şenlik üniversiteli arkadaşlarımızı eğlendirmek adına düzenlenmemişti tabii ki. Amaç baharın gelişini kutlamak, derslerin yorgunluğunu da unutmak değildi. Oradaki amaç; Çocuk Esirgeme Yurdu’nda ki kardeşlerimize bir gün de olsa yanlarında olduğumuzu göstermek, hayatın onlarda yaratmış oluğu acıları bir gün de olsa gölgelemekti.
Uzun bir bekleyişten sonra kardeşlerimiz geldi. Gönüllü abla ve ağabeylerinin ellerinden tutarak şenlik havasına kaptırdılar kendilerini.
3 saat terk edilmişliklerini unutarak geçirdiler bütün vakitlerini.
Benim kardeşim Gizem.
O henüz 8 yaşında. Bir de yuva da ağabeyi var o da henüz 12 yaşında. Bir ara yanımıza geldi kardeşini kaybetmekten korkarcasına. Onun emin ellerde olduğunu gördükten sonra rahatladı ve o da şenlik havasına geri döndü.
Minik Gizem 8 yaşında ki çoğu akranından daha olgun daha vakur tavırlar içerisindeydi.
Ne yapmak istediğini sorduğumda dondurma istedi ilk önce.
Sonra yarış yaptık. Minik bedeni hayatı yakalamak için büyük adımlarla koştu bir sağa bir sola. Kukla gösterisini izlerken onu arkada bekleyeceğimizi söylediğimiz de her gülüşünü bizimle paylaşmak ister gibi tebessümlerini dağıttı kalbimize.
Gizem’in hikayesini bilmiyorum. Onun orada olmasına sebep olan konuyu da. Ancak 8 yaşında bir çocuk hayatta bu şekilde terk edilmeyi hak edecek bir şey yapmış olamaz. Günahsız bir kız çocuğu.
Servisleri giderken yüzünde ki mutsuzluğu görmek bütün günün en kötü sahnelerinden biriydi.
“Sen 8 yaşında kocaman bir kızsın, böyle suratını asmamalısın. Hem gülmek sana ne kadar yakışıyor biliyor musun?”  tesellileri onun gülüşüne sebep olmuştu belki ama gerçek hiç de öyle değildi.
Onun bir kez daha terk edilişinin acısını gözlerinden okuyabilirdiniz. Sizi özleyeceğim dedi Medyayla bana. 3 saat, sadece 3 saat onunla güzel vakit geçiren ablalarını bile özleyecek olan Gizem’in sıcacık bir yuvaya olan özlemini nasıl tasvir edebilir kalemler.
Onlar gitti yuvasına. Bugün ne durumda olduğunu henüz bilmiyorum.
Orada o minik yüreklerle vakit geçiren abla ve ağabeylerinin bir üst model telefon alamadığı için mutsuz olduklarını anlayabilecek miydi Gizem?
Ya da akşam yemeğinde patlıcan olduğu için masada surat asmanın ne demek olduğunu bilebilir miydi?
Yeni sezon kıyafetlerle dolabını doldurup hala giyecek bir şeyinin olmadığından yakınmak nedir hiç düşünebilir miydi?
Bu seçeneklerden hiç biri gelemezdi ki Gizem’in aklına. Onun ne kadar güzel güldüğünü gören bizler bir kez daha utanmıştık kendimizden.
Sahip olduklarımızı düşünüp bir kez daha dolmuştu gözlerimiz.
Biz Gizem’i ziyarete gideceğiz ve bizim onu terk etmeyeceğimizi kanıtlayacağız ona.
Dünyanın sanıldığı kadar kötü bir yer olmadığını.
Bu hayatta güvenebileceği en azından bir kişi olduğunu.
Şimdi minik Gizem’i ve Gizemleri düşünerek en son mutsuz olduğunuz anı canlandırın gözünüzde.
Ve bir kez daha iç muhasebenizi yapın.
Gerçekten değer miydi?

15 Nisan 2012 Pazar

Michelangelo

Rönesans döneminin önemli heykeltıraş, ressam ve mimarlarından.  Bu yıl içinde kaç tane oyuna gittiğimi hatırlayamıyorum ancak izlediğim en iyi oyunlardan oyunculuklardan biri olduğunu itiraf edebilirim. Üsküdar da minicik bir sahne. Sıcacık. Dekorlar ve sahnelerin değişimini, üstadın resimlerinin duvarlara yansıyışlarının verdiği lezzetin tarifi yok.
Michelangelo hiç evlenmemiş ve zamanında herkes tarafından deli olmakla suçlanmış olan büyük bir sanatçı.
Bir zamanlar bir arkadaşım eşcinsel olabileceğini söylemişti. Oyun da eşcinselliğiyle ilgili bir bulgu olmamakla beraber heykelini yaptığı bütün Meryemlere aşık olması bu hipotezi çürütmüş olsa gerek.
Oyunun yazarı Irmak oyunu 22 yaşında bitirerek büyük bir başarıya imza atmış. Michelangelo’nun Davud heykelini 26 yaşında bitirdiğini de söylemeden edemeyeceğim. Ve 21 yaşında hala bir şey ortaya koyamadığımın öz eleştirisini yapmamak da ayıp olur sanırım.
Özgün müzikler ve Atilla Şendil’in bitmek bilmeyen enerjisi seyirciyi her an tetikte bir sonra ki sahneye hazırlar nitelikteydi.
Bu ara şizofreniye olan merakımı arttırdı oyun. Şizofreni hastalarını gözlemlemem sonucu ortaya çıkan müthiş yaratıcılık Michelangelo’da da her an göz önündeydi ve çizdiği resimlerle olan savaşı her an artmaktaydı.
Sevgiden anlamayan Michelangelo! Kim bilebilir senin için de yaşadığın müthiş aşkı? Bu aşk Meryem’e mi yoksa gariban köylüye mi yoksa Meryem’in rahmine İsa’yı bırakan Babaya mı bilinmez.
Düzene karşı gelişin sadece Papaya mı yoksa kendi içinde kendinle olan bir kavgan mı ?
Sanat iyi insanların becerebileceği bir şey olmadı hiçbir zaman derim hep. Sanat, normal insanların becerebileceği bir şey olamadı hiçbir zaman diyerek düzeltmekte yarar var.
Oyunda ki en önemli repliklerden olsa gerek:
-Ben bir köylüyüm sanattan anlamam.
Michelangelo’nun cevabı hepimizin düşünmesi gereken cinsten..
-Sanattan o büyük soylu adamlar bile anlamıyor.
Herkesin sanattan anlayabileceği sanat dolu günlerin şerefine bu gece ki bütün alkışlar.

Ecem YILMAZ    
14/04/2012